9. Bölüm

9. Bölüm

 

 

Bir gün, Fedek’in elinizden alındığı haberi geldi ansızın... Hilâfetin gasp edilişinin acısını henüz yaşamış bulunan sizin için bu ikinci acının ne kadar ağır olduğunu fark etmemek mümkün değildi.

 

Oradaki adamlarınızdan biri bir gün gelip:

 

“Halife bizi oradan çıkarıp kendi adamlarını yerleştirdi!” dedi.

 

Siz hastaydınız, yataktan kalkacak gücünüz yoktu. Renginiz benziniz sararıp solmuştu; elleriniz titremekteydi hâlâ. Gözlerinizde fer kalmamış, iyice çukura inmiş, etrafında mor halkalar oluşmuştu...

 

Ömer’in tekmesiyle kaburgalarınızın parçalandığı o lahzada:

 

“Fizze... Yandım! Yetiş!...” diye inlediğinizde her şeyi anlamış, bebeğinizi düşürdüğünüzü sezmiştim. Olmaması gereken o felâket vuku bulmuştu bir tekmeyle...

 

Ve Fedek’in haberi geliyordu şimdi; acı üstüne acı, tekme üstüne tekme...

 

Siz o hasta hâlinizle doğrulup:

 

“Niçin?!” diye sormuştunuz, duyduğuna inanmamanın şaşkınlığıyla.

 

Bilemiyorum... Aldılar Fedek’i elimizden! Hükümet el koydu. Fedek’imizi de gasp ettiler...

 

Ama... Niçin?!

 

Bu “niçin” in cevabı yoktu işte. Fedek’te çalışan adamlarınız bir tarafa, halifenin de bu “niçin”e verecek bir cevabı olmadığından emindim.

 

Evinizde hiçbir karşılık beklemeden hizmetinizi gören ben bile biliyorum ki Fedek, Medine civarındaki küçük köylerden biridir. Medine’den iki üç günlük bir uzaklıkta... Hicretin yedinci yılına kadar bu bağ Yahudilerin elindeydi. Yedinci yıl Müslümanlar büyük bir güce kavuşunca Yahudiler korkuya kapılmış ve işi barışçıl yollarla halletmeye karar vererek Fedek hurmalığını babanız Hz. Resulullah efendimize (s.a.a) hediye etmişlerdi.

 

Böylece İslâm kuvvetlerinden aman dilemiş oluyorlardı...

 

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu bağı almış ve “Akrabaya hakkını ver...”(1) ayet-i kerimesiyle Allah Teala’nın sarih buyruğuna istinaden Fedek’i size bağışlamıştı.

 

Bu gerçeği inkâr edecek hiç kimse yoktur Medine’de.

 

Sevgili babanız irtihalinden önce bütün Müslümanları toplayıp “Fedek kimindir?” diye soracak olunsa; “Fatıma’nındır.” demeyecek, bundan habersiz olduğunu söyleyecek bir tek Müslüman bulunmazdı Medine’de.

 

Buna Rağmen, şimdi ağızlara niçin mühür vurulduğunu ve niçin kimsenin bu gerçeği söyleyip şahadette bulunmaya yanaşmadığını bir türlü anlayamıyorum.

 

O bağın ürününü her yıl kendilerine bağışladığınız onca fakir ve yoksuldan biri çıkıp söylese bari bunu!... Ama nerede?!... Babanız Resulullah’la (s.a.a) birlikte halkın imanı da öldü âdeta; o imanın yerini korku, dehşet ve dünya sevgisi aldı göz açıp kapayıncaya kadar.

 

O hasta ve yaralı hâlinizle güç belâ kalktınız yataktan.

 

Babanızın vefatından sonra mübarek alnınıza her gün bir kırışık eklenmekteydi. Ama bu hadise sizi öyle etkilemişti ki, ben bile şaşırdım.

 

Beni affedin hanımım... Ey değerli hatun... Kendi aklımca; “Şu Fedek dediğin nedir ki, hanımım, Zehra-yı Merziyye bu kadar üzülüyor onun için?!” demekteydim.

 

Varsın gasp etsinlerdi...

 

Fedek oldukça değerli ve geliri bir hayli yüksek bir mülktü, evet ama, dünyaya sırt çevirip bekaya bel bağlamış Fatıma gibi birisi için ne değeri olabilirdi ki?!

 

Hem sonra; Fedek’ten siz şahsen hiçbir fayda sağlamıyordunuz ki!

 

Fedek sizin mülkünüz olduğu hâlde, evinizin taşı toprağı fakirlikle yoğrulmuştu sanki. Fedek sizindi, ama çoğu kez bir arpa ekmeği bile bulunmuyordu sofranızda. Fedek sizin mülkünüzdü, ama nice günler ocağınızdan duman tütmezdi, bilirim...

 

Canlar feda olası kocanız, o değerli alim ve yiğit zahit Ali, Fedek’in yıllık mahsul gelirini, binlerce dinarı bir saatte fakir fukaraya dağıtır, bomboş eller ve aç mideyle gelirdi eve...

 

O hâlde sizi o hasta ve yaralı hâlinizle yataktan kaldırıp Ebu Bekir’e kadar götüren ne vardı şu Fedek olayında?!

 

Bunun sırrını anlamakta gecikmedim. Ama bu evin hizmetkârı olan ben Fizze’nin bunu anlamış olması neyi değiştirirdi ki?! Halk anlayabilseydi olayı keşke... Hadi, bunların imanı olaylar fırtınasında şuradan buraya sürüklendi diyelim, ama ya akılları?! Akılları da mı yoktu şu insanların?!

 

Fedek sizin için bir “hurma bağı” veya “mülk” gibi anlamlar ifade etmiyordu asla!

 

Fedek, halifelik madalyonunun diğer yüzüydü...

 

Bu yüzdendir ki siz, halifelik gasp edilirken onu gasp edenlerin karşısına nasıl pervasızca dikildiyseniz, Fedek’in gasbına da aynı şiddet ve kararlılıkla karşı çıkıp var gücünüzle dikildiniz karşılarına.

 

Tıpkı hilâfet olayında olduğu gibi, Fedek olayında da “İslâm’dan sapma” olan bir “gasp” görüyordunuz siz.

 

Evet, Fedek demek halifelik demekti; halifelik de Fedek! Fedek, halifeliğin ekonomik boyutuydu.

 

Halifelik de, Fedek’in siyasî boyutu...

 

Halifelikle Fedek’se İslâm’ın uygulanma imkânı demekti. Kur’an ve sünnetin ihyası demekti...

 

Peygamber’in mutahhar cenazesi henüz yerdeyken onun emirleri toprağa gömülebiliyorsa... Peygamber’in mezar-ı şerifinin daha rutubeti bile kurumamışken sünnet diri diri mezara gömülebiliyorsa... Her sapma ve her felâket “mümkün” demektir artık.

 

Ve İslâm, dört gün zarfında, halkın sırtında tersine geçirilmiş bir kaftana dönüştürülmüştü.

 

Sizi, dünya ve ahiret kadınlarının en ulusu olan Zehra-yı Merziyye’yi en çok üzen de buydu.

 

Hemen Ebu Bekir’e gidip öfkeyle şöyle dediniz:

 

- Fedek’in benim olduğunu ve babam Resulullah’ın (s.a.a) Allah’ın emri gereğince onu bana bağışlamış olduğunu biliyordun; buna rağmen niçin gasp ettin Fedek’i?

 

Ebu Bekir hiç istifini bozmadan:

 

- Şahidin var mı? diye sordu.

 

Ah! Neredesiniz Müslümanlar?!

 

Hakkında “Allah, ancak siz Ehl-i Beyt’ten her türlü günah, hata ve pisliği uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak ister.” ayeti inen ve sözü kesin güvenilir olup “hüccet” kabul edilen Fatıma-i Zehra’ya “şahit getir” diyorlar...

 

Ve bu, hakkında onca ayetlerin indiği Zehra-yı Merziyye’yi “yalan ithamı”yla suçlamak değil miydi?!

 

Sıdıyka-i Kübra, dünya ve ahiret kadınlarının ulusu, hakkında berin cennetleri müjdeleyen ayetlerin indiği, babasının “Ümmü Ebîha”sı, Allah Resulü’nün “teninin bir parçası”...

 

Ah! Ne olduysa babanız Hz. Resulullah’ın dünyadan göçmesinden sonra oldu işte...

 

Ümmet küstahlaşıverdi... Hırslar imanlara galebe çaldı. Münafıklar arsızlaşıverdi.

 

Salt “sahabe”lik “yıldız”la taltif edilirken, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’i ümmetin “şamar oğlanı” hâline getirildi...

 

Aman ya Rabb’im! Kıyamet bu mu yoksa?! Kim, kimden şahit istiyor Allah’ım?!

 

İki cihan serveri Hz. Resul-i Ekrem sizin hakkınızda:

 

“Allah Azze ve Celle, kızım Fatıma’yla evlâtlarını ve onları gerçekten sevenleri cehennem ateşinden uzak tutmuş, bu nedenle de ona “Fatıma” adını vermiştir...” diye buyururken, Resulullah’ın halifesi olduğunu iddia eden kimse sizin sözünüze ancak şahit getirebilmeniz hâlinde inanabileceğini söyleyebiliyor...

 

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sarih buyruğuna göre “öfkesi Allah’ın öfkesi, rızası Allah’ın rızası olan Fatıma”, sözünün doğruluğunu ispatlayabilmek için şahit getirsin öyle mi?!...

 

Küstahlaşmanın haddi hududu var mıdır?! Hele cehaletin hortladığı yerde?!...

 

Ama siz, hiçbir şey demediniz, kabul ettiniz şahit getirmeyi... Sabır ve tahammül örneğiydiniz çünkü siz. Ve meselenin aslını biliyordunuz.

 

- Peki, dediniz, şahit getireceğim!

 

Ve Ali’yi (a.s) şahit götürdünüz. Yaradılışın şahidini... Hayatı boyunca Allah’ın rızasından başka rızayı aklından dahi geçirmemiş olan Allah’ın aslanını...

 

İlim şehrinin kapısını...

 

Resulullah’ın (s.a.a) “kardeşim” dediğini...

 

Evliyalar şahını...

 

Ama o, yine aynı küstahlıkla:

 

- Yetmez! dedi. Bir kişi yetmez!

 

Eyvahlar olsun! İslâm’ın vay başına gelenlere bundan böyle!

 

Allah Resulü’nün (s.a.a) şu buyruğunu defalarca duymuş olanlardan biri de bizzat Ebu Bekir değil miydi sanki:

 

“Ey Müslümanlar! Bilmiş olun ki hak daima Ali’yle ve Ali de daima hakla beraberdir. Hak Ali’nin etrafında döner, Ali’nin ardından gider; Ali nerede olursa, hak oradadır.”

 

Allah Resulü’nün (s.a.a) sarih nassı değil miydi bu?! Resulullah’ın (s.a.a) hayatta bulunduğu yıllarda bu hadis-i şerifi niçin o kadar sık tekrarladığını şimdi anlıyorum...

 

Ali’nin sözü “doğru hüküm”, Ali’nin yargısı “adalet”tir ve ona uyulması gerekir demek değil miydi bu?!

 

Ah!... Resulullah’ın Ehl-i Beyt’i, ondan sonra bu kadar mı horlanacak; şunun bunun oyuncağı hâline mi getirilecekti böyle Allah’ım?!!

 

Hâlife, karşısında su bulunduğu hâlde teyemmüm edecek toprak arıyordu işte... O teyemmümle kılana da, kılınana da yazık...

 

Ali’ye de böyle hakaret edilmesine çok gücenmiş, ama yine de “sabretmeye” söz verdiğiniz için bir başka şahit getirmiştiniz:

 

İkinci şahidiniz Ümmü Eymen, şahadette bulunmadan önce:

 

- Sen, bir meseleyi bizzat itiraf etmeden şahadette bulunmam ben! dedi Ebu Bekir’e.

 

- Ne itirafı? Maksadın ne?!

 

- Peygamberimizin benim hakkımdaki meşhur hadisini duymuşsundur; onun “Ümmü Eymen cennet kadınlarındandır” buyurduğunu kabul ediyor musun?!

 

Ebu Bekir başını salladı, yanındaki adamları da onu taklit ettiler:

 

- Evet, evet; ben de duydum, Resulullah’tan bunu... Hepimiz duymuşuz bunu!

 

- Pekalâ!... O hâlde iyi dinle! Ben, cennet kadınlarından Ümmü Eymen, “... Akrabaya hakkını ver...”(2)ayeti nazil olunca Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Fedek’i Hz. Fatıma’ya verdiğine şahadet ederim!

 

Halife meseleye bundan fazla karşı çıkamayacağını anlamıştı, verecek cevabı da kalmamıştı artık. İster istemez omuzlarını salladı:

 

- İyi, peki! Fedek senindir!

 

Ve sen, karşındakileri çok iyi tanıdığından bu söze güvenilemeyeceğini çok iyi biliyordun, bu nedenle:

 

- O hâlde yaz bunu! dedin.

 

Halife afallayarak:

 

- Kağıda ne lüzum var canım? dediyse de sen israr ettin:

 

- Yaz!

 

Ve Halife; “Fedek Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma-i Zehra’nındır.” diye yazıp mühürledi.

 

Bitti mi?

 

Hayır...

 

O esnada Ömer girdi içeri:

 

-       Neler oluyor burada?!

 

-       Hiç... Fatıma’nın olan Fedek’e el koymuştuk; şahit getirdi, ben de geri verdim.

 

Ömer o yazılı metni alıp yırttı ve ümitlerinizle beraber attı...

 

Ah!... Keşke ben olsaydım kalbinizin yerine sinenizde; ve ben bölünseydim bin parçaya!... Keşke o esnada Resulullah’ın kızı olmasaydınız; Fatıma olmasaydınız; bunca sevilen olmasaydınız!... Tepeden tırnağa yanıp yakılmazdım o zaman...

 

Gözlerinizin doluvermesi, boynunuzun çaresizlikle bükülüvermesi ve susmanız.

 

Ah, o susmanız yok mu? Yürekleri dağlayan...

 

Müminlerin Emiri, Allah’ın aslanı Ali (a.s), dağların dayanamayacağı bir dertle derin bir ah çekti; kaşları hafifçe çatıldı:

 

- Niçin yaptın bunu?

 

- Şahidiniz az! Daha fazla şahit getirmeniz gerekir!

 

İmam Ali, Ebu Bekir’e döndü:

 

- Eğer birinin elinde bir mülk olur da ben onun bana ait olduğunu iddia edersem, benim mi şahit getirmemi istersiniz, yoksa o mülkü elinde bulunduranın mı?

 

Ebu Bekir cevap verdi:

 

- İslâm hükmüne göre, iddiada bulunan şahsın şahit getirerek iddiasını ispatlaması gerekir.

 

- O hâlde niçin Fatıma’dan şahit istiyorsunuz? Fedek öteden beri onun mülkiyetinde değil miydi?

 

Ebu Bekir, İmam’ın bu sözüne verecek cevap bulamamıştı. Susuyordu. Ama Ömer yine küstahça atıldı:

 

- Bu lafları bırak Ali! Fedek’i size geri vermeyeceğiz, bilmiş olun!

 

İmam Ali, dağları andıran o inanılmaz sabır ve soğukkanlılığıyla bir ah daha çekerek şu ayetleri tilâvet etti:

 

- “İnna lillah ve inna ileyhi raciun = Hepimiz Allah’tanız ve sonunda herkes O’na dönecektir. Pek yakında zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrildiklerini anlayacaklardır...”

 

İslâm’ın bekası için Ali’nin kendi şahsına yönelik bütün bu zulümlere göğüs germekle görevlendirilmiş olduğunu ve bu hususta Hz. Resulullah’a (s.a.a) söz verdiğini onlar da biliyordu mutlaka...

 

Yoksa, Allah’ın aslanı Aliyy-i Murtaza’nın karşısında bu küstahlıklarda bulunulabilmesi mümkün müydü sahi?!

 

Ah, hanımım! Eve döndüğünüzde ne kadar da ağladınız... Ev, hüzün yuvasına dönüşmüştü. Bunca zulüm ve cefadan Allah’a sığınıyor, size bu zulümleri reva görenleri sevgili babanız Hz. Resulullah’a şikâyet ediyordunuz.

 

Ani bir kararla doğruldunuz, camiye gidip orada her şeyi halka anlatacağınızı söylediniz.

 

Tehlikeli bir karardı bu.

 

Ama her mazlumun da son çaresi gerçekten...

 

Hiç olmazsa zulme uğradığını haykırıp insanlara duyurabilmek...

 

Böylece insanlara; bu kulağı sağır ve dilleri mühürlenmiş cemaate hücceti tamamlayacak, mahşer günü Allah’ın huzuruna çıkarıldıklarında “Biz bilmiyorduk... Haberimiz yoktu böyle bir şeyden...” diyemeyeceklerdi.

 

Bilmeyenler bilecek, bilip de susanlar silkinecekti en azından...

 

Ama... Velâyet güneşi evinde hapsedilmişse gecenin karanlığı hangi şafakla sökülüp parçalanabilirdi ki?!

 

Siz, yine de üzerinize düşeni yaptınız; Allah da öyle buyurmamış mıydı babanıza: “... Sen, üzerine düşeni tebliğle sorumlusun...”

 

Haber kısa zamanda bütün şehirde yayıldı, Medine âdeta yeniden canlanmış gibiydi:

 

- Fatıma camiye gelip konuşacakmış!

 

- Resulullah’ın (s.a.a) kızı neler söyleyecek acaba?!

 

- Halifeliğin gasbıyla ilgili olabilir...

 

- Belki de Fedek’in gasbıyla ilgilidir...

 

- Hadi, camiye gidelim!...

 

Cami göz açıp kapayıncaya kadar tıklım tıklım dolmuştu. Muhacirler ile Ensar âdeta yarışmadaydı. Resulullah’ın (s.a.a) kızını görebilmeleri için babalar yavrularını omuzlarına almışlardı. İğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık... Mescid’ün-Nebi’nin duvarları yıkılacak gibi neredeyse...

 

Halife, durumu engelleyerek herhangi bir itiraza muhatap olup halkın öfkesini daha fazla üzerine çekmemek için adamlarını caminin çeşitli noktalarına yerleştirmiş, kendisi de sesini çıkarmaksızın bir köşeye oturmuştu.

 

Ah! Ey gözler nuru, Resulullah’ın (s.a.a) biricik yadigârı! Görülmemiş bir metanet ve vakarla çıktınız evden. Yürüyüşünüz nasıl da andırıyordu babanız Resulullah’ı (s.a.a)... On dörtlük aydı sanki semalarda süzülen... Herkes size bakıyor; “Tıpkı Resulullah...” diyordu ardınızdan “Tıpkı babası... Yürüyüşü bile tıpatıp onu andırmada...”

 

Haşimî kadınları gecenin karanlığında parlayan yıldızlar gibi etrafınızı sarmış, aya eşlik eden yıldızlar kervanı misali sizinle camiye gelmişlerdi.

 

Ah! Resulullah (s.a.a) yeniden dünyaya gelmişti sanki!

 

 O ne vakardı öyle?!...

 

Siz camiden içeri girer girmez sesler kesildi, nefesler kesildi... Sizin emrinizle gerilen perdenin arkasında oturdunuz. Bir süre hiçbir şey söylemeden sustunuz öylece... Ne suskunluk hem... Dünyalar dolusu sözler vardı o suskunluğunuzda. Bu suskunluğun feryadını duyabilecek gönül kulağı olanlar dayanamayıp ağlamaya başladılar. Mescid’ün-Nebi hıçkırıklarla sarsılıyordu şimdi.

 

Hançerenizde düğümlenen yumruk, gözyaşlarından başka şeyle çözülecek gibi değildi...

 

Siz de ağlamaya başlayınca camide velvele koptu. Ağlamamak elde değildi artık.

 

Bütün bir cami ağlıyordu şimdi.

 

Ve sonra sustunuz... Yangını körükleyen, merakları kamçılayan acı bir suskunluk...

 

Ve konuşmaya başladınız:

 

“Bismillahirrahmanirrahim.

 

Verdiği nimetler için hamd ve sena Allah’a... Verdiği ilhama şükürler olsun. Öteden beri veregeldiklerine hamdederiz.

 

İnsanoğlunu sürekli kuşatan ve sürekli Rabb’inden ona lütuf olunagelen nimetler için şükürler olsun...

 

O’nun nimetleri sayıya gelmez, hakkıyla şükredilemez, ebediyete kadar insan havsalasına sığamaz, künhüne ulaşılamaz.

 

İnsanlara; nimetlerin devamını ve artmasını istemeleri için şükretmelerini öğretti.

 

Yarattıklarına nimetlerini arttırarak onların şükürlerini artırmalarına yol açtı; duayı nimetlerin artışına vesile kıldı.

 

Ve ben “Lâ ilâhe illallah” diyerek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve O’na hiçbir ortak koşulamayacağına şahadet ederim.

 

Tevili ihlâs olan, yürekleri kendisine bağlayan, düşüncelere ışık tutan sözdür bu.

 

Öyle bir Rab’dir ki O, gözler O’nu göremez; diller O’nu vasfedemez.

 

Ne düşünce, ne de hayal kanatlarının O’nun zatının idrakine ulaşabilmesi mümkün değildir.

 

Varlıkları yarattı, onlardan önce herhangi bir yaratılmış varolmaksızın; kudret ve meşiyeti sayesinde var etti onları, hiçbir kalıp veya benzerinden faydalanmaksızın. Bu yaratışta ne bir fayda vardı O’na, ne de herhangi bir ihtiyacı... Ancak hikmetini tespit ve yarattıklarını O’na ibadete yöneltip gücünü izhar etmek, insanlara ubudiyetinin yolunu göstermek ve çağrısıyla onlara izzet ve şeref kazandırabilmek için yarattı onları.

 

Kulları, O’nun hışım, azap ve intikamından çekinerek yine O’nun rahmet cennetlerine sığınsınlar diye itaat ve teslimiyete karşılık sevap, günaha karşılık da ceza ve azap verdi.

 

Babam Muhammed’in, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederim.

 

Ve Rabb’ul-âlemîn, insanlara elçi olarak göndermeden önce seçti onu; yaratmadan önce elçiliği için aday kıldı onu, peygamber olarak göndermeden (bi’set) önce seçti ve üstün kıldı onu.

 

Yaratılmışlar henüz gayb âleminde gizli iken; yokluk sınırlarının köşe bucaklarında korku, dehşet ve zulmet içinde yüzmekteyken...

 

İşlerin nereye varacağına, neyin nasıl olacağına ve mukadderat menzillerinin durumuna tamamen vâkıf bulunan Allah Azze ve Celle, tanrılık işini tamamlayabilmek için onu (Hz. Muhammed’i (s.a.a)) yarattı, böylece verdiği kesin hükmü imzalamış ve kesin mukadderatını iyiden iyiye pekiştirmiş oldu.

 

Derken, Muhammed (s.a.a) elçilikle görevlendirilince türlü türlü ümmetler buldu karşısında; çeşitli dinlere ayrılmış, kimi ateşin karşısında diz çökmüş, kimi putlara karşı eğilmiş, şu veya bu şekilde “Allah’ı inkâr tuzağı”na yakalanıverip gitmiş...

 

Derken, Allah Azze ve Celle, Muhammed’le (s.a.a) karanlıkları aydınlığa çıkardı; şüphe karanlıklarını yüreklerden gideriverdi, gözlere ve gönüllere engel olan kara bulutları sürüp götürdü.

 

Peygamber, insanları hidayet etmeye başladı; yanlışlar ve sapmalardan kurtardı onları; sararmış gözlerine basiret nuru serpti; sağlam ve dosdoğru dine yöneltti onları; doğru yola, Sırat-ı Müstakim’e çağırdı hepsini.

 

Derken, Allah Teala merhametin şefkat dolu elleriyle ve bizzat onun kendi rızası ve kendi kararıyla katına aldı onu.

 

Muhammed (s.a.a) dünyanın şerlerinden amandadır şimdi; iyilik melekleri dört bir yanını sarmış, bağışlayıcı Rabb’ul-âlemîn’in rıza ve hoşnutluğu ona gölge salmış, Cebbar Allah’a komşulukla şereflenmiştir.

 

Allah’ın selâmı babam Muhammed’e olsun; O’nun peygamberine, O’nun vahyinin güvenli eminine; O’nun seçtiği, O’nun gönderdiği ve O’nun rızası demek olan o sevgili kuluna...

 

Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi babama...”

 

Zaman durmuş gibiydi. Mescid’ün-Nebi’de çıt yoktu. İnsanlar nefes almıyordu sanki.

 

Ve siz, hanımım... Bu dünyada değildiniz âdeta, kimseyi görmüyor gibiydiniz o sırada.

 

Arştaydınız sanki o an...

 

Allah’ı ve Resulü’nü övdünüz, onları anlattıktan sonra tekrar yeryüzüne döndünüz âdete... Camiye... Babanızın Mescidine... Halkın arasında, onlarla konuşuyordunuz yine şimdi:

 

“...Siz, ey Allah’ın kulları...

 

Sizler Allah’ın emir ve yasaklarının uygulanması için ahitte bulunmuş merciler, muhafızlar ve sancaktarlarsınız; O’nun emirlerini bizzat kendinize tebliğle sorumlusunuz, O’nun kendi üzerinizdeki eminleri, vahyinin bekçilerisiniz; diğer ümmetlere de O’nun tebliğcilerisiniz siz.

 

Hakk’ın yönetim sorumlusu, sizlerle daha önce gerçekleştirdiğe biatle aranızdadır şimdi.

 

Sizlere Allah’ın “Konuşan Kur’anı”nı emanet ve yadigâr bırakmıştır; dosdoğru Kur’an’ı, ışıyıp duran nuru, sönmeyen ışığı...

 

Delilleri apaçık, batınları besbelli bir kitap; zahirleri sürekli tecelli hâlinde, izleyicileri onunla övünmede, başka ümmetler ona gıpta etmede.

 

Öyle bir kitap ki, ona uymak razılığa yöneltir insanı; onu can kulağıyla dinlemek kurtuluşu armağan eder insana; Allah’ın nurlu hüccetleri onunla tanınıp bilinir.

 

Farzlar, vacipler, haramlar, burhanlar, deliller, faziletler, güzel şeyler, ruhsatlar, lütuflar, yetkiler, cevazlar, şeriat kuralları, yazılı ve sözlü direktiflerin tamamı Kur’an’la tanınıp bilinir.

 

Allah Teala sizleri şirkten temizlemek için imanı koydu.

 

Ve sizi kibir, gurur ve büyüklenme duygusundan kurtarmak için namazı koydu.

 

Ve canınızı temizleyip rızkınızı artırmak için de zekâtı emretti.

 

İhlâs ve samimiyetinizi ispatlayabilmeniz için de orucu, ve dininizde muhkem olmanız için haccı farz kıldı.

 

Ve kalplerinizin tanzimi için adaleti, ve milletin düzen ve disiplin bulup tefrika ve bölücülükten amanda kalması için de bizim imamet ve önderliğimizi size farz kıldı, biz Ehl-i Beyt’e itaat etmenizi emretti.

 

Ve cihadı, İslâm’ın şeref ve izzet vesilesi kıldı; sabrı da Hakk’ın rıza ve ödülünü kazanma vesilesi...

 

İnsanların iyiliğini “iyiliğe emretme” aslına bağladı.

 

Anne babaya iyiliği, cehennemin ateşinden koruyacak bir kalkan etti.

 

Akraba ve yakınlarla ilişkilerin artırılmasını nüfusun artması ve gücünüzün çoğalmasına vesile kıldı.

 

Kanların korunması için kısası; bağışlanma ve affedilme için nezir ve adakların yerine getirilmesini; alış verişte ölçü ve hakka riayet edilmesi için ölçü, tartı ve fiyat belirlenmesini; çirkin ve iğrenç işlerden uzak durulması için şarap içilmesinin yasaklanmasını; Allah Teala’nın gazabına uğranılmaması için iftira ve töhmetten uzak durmayı; iffet kazanabilmek için de hırsızlığın haram edilmesini vesile kıldı sizlere...

 

Tek tanrı inancında samimî olunması için şirki haram kıldı.

 

O hâlde Allah’a karşı gereğince takvalı olun, İslâm’dan başka bir elbiseye bürünmüş olarak ölmeyin. Allah’ın emir ve yasaklarına uyun.

 

O’na itaat edin, bilin ki ancak düşünebilen kullar Allah’tan korkarlar.”

 

Cemaat hayret ve merakla can kulağı kesilmişti. Bu Fatıma’mıydı, yoksa edebiyat ve söz kalelerinin fatihi mi?! Bu ne fesahat, bu ne belâgattı böyle?! Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Zehra’sı... Hitabe ustası... En mahir konuşmacılar ve en usta edebiyatçılar bile hayretler içinde kalmıştı şimdi. Resulullah’ın (s.a.a) Betul’ü, Tahire’si, Sıddıyka-i Kübrası...

 

Allah’ın sevgili Resulü’ne hediye ettiği sürekli kaynayıp coşan Kevser Fatıma...

 

Herkesi hayretler içinde bırakmıştı bu mükemmel hitabesiyle.

 

Çorak topraklardan farksız, o katılaşmış yüreklere nasıl da emsalsiz bir tohum serpmişti Zehra-yı Athar!

 

“Ey insanlar! Bilin ki ben Fatıma’yım! Babam, Muhammed’dir benim!

 

Özüm ve sözüm doğrudur; lafı eğip bükmem; ilk sözüm, son sözümle birdir!

 

Ne sözlerimde hata vardır, ne de işlerim ve davranışlarımda bir yanlışlık... Esasen hata ve günah uzak kılınmıştır bizden!

 

Aranızdan bir peygamber gönderildi size. Sizden biriydi o; zahmet ve sıkıntıya düşmenize gönlü elvermez, doğru yolu size göstermek ve sizi hidayet edebilmek için çırpınır dururdu. Müminlere karşı pek yumuşak, pek sevecendi.

 

Onun kim olduğunu araştırmak isteyenler görecektir ki, o benim babamdı, sizin kadınlarınızın değil! O, benim amca oğlumun kardeşiydi, sizin erkeklerinizin değil!

 

Ve bu, ne de güzel bir yakınlıktır doğrusu!

 

Derken o, elçilik vazifesini yerine getirdi; işe sizden başladı, müşriklerin uçurumundan çekip kurtardı sizi; tepelerine kılıçla indi onların, boyunlarını vurdu, nefeslerini kesti; en güzel dille, hikmet ve nasihat diliyle Allah’a davet etti onları.

 

O kadar putlarını kırdı, fikirlerini çürüttü ve düşüncelerini yerlere çalıp mağlup etti ki, sonunda müşriklerin birliği bozuldu, parçalandılar, hezimetten başka sığınacak yerleri kalmadı.

 

Gece, olanca karanlığıyla kaçtı o gelince; gündüzü getirdi o size. Onunla hak zahir oldu, besbelli gördünüz; şeytanların naraları kesiliverdi onun gelişiyle.

 

Nifak dikenleri çürüyüp toz oldu; küfür ve kötülük düğümleri kör mü kördü, ama onun hikmetli elleriyle açılıverdi; işte o zaman sizin diliniz açıldı, “lâ ilâhe illallah” diyebildiniz.

 

Bu sırada kof mu kof, yalnız mı yalnızdınız, ateşten bir uçurumun hemen yanı başındaydınız.

 

Bir hiçtiniz.

 

Hiçbir şeydiniz. Bir yudumluk su, bir tadımlık lokma gibiydiniz. Bu zaafınız, bencil ve egoist duyguları tahrik ediciydi. Henüz tutuşmadan sönüveren bir kavdan farksızdı hâliniz. Gelip geçenlerin ayakları altında ezilen ayak takımıydınız. Hor ve hakirdiniz.

 

Pis ve kirli suları içiyordunuz, ağaçların yapraklarını yiyordunuz. Zelil, zavallı ve acınacak bir hâldeydiniz; her lahza birilerinin ayakları altında kalıp ezilivermekten korkuyordunuz.

 

Hâliniz bu iken, Allah Teala, babam Muhammed’i (s.a.a) göndererek kurtardı sizi.

 

Siz halkın elinden çekmediği kalmadı. Arapların eski kurtları ve Ehl-i Kitabın asileri pek eziyet etti ona.

 

Ne zaman savaş ateşini alevlendirseler, Allah Teala söndürüvermedeydi.

 

Ne zaman şeytanın boynuzları görünecek olsa ya da müşrikler ejderhası ağzını açsa, Peygamber, sevgili kardeşi Ali’yi gönderiverirdi ejderhanın ağzına!

 

Ve Ali, bu dev sıfatlı gaddar canavarların burnunu iyice ezip kin ve nefret ateşlerini, kılıcının suyuyla söndürmedikçe dönmezdi Resulullah’ın (s.a.a) yanına.

 

Ali, Allah aşkının deryasına dalmış bir kuldu, gece gündüz Allah’ın rızasını kazanabilme telâşındaydı; Allah Resulüne yakın mı yakındı.

 

O, Allah’ın yakın dostlarından ve mert mi mert kullarından oldu daima; Allah velilerinin piri ve seyyidi, sürekli çalışıp çabalayan, daima dirençli, daima iyiliksever, morali her zaman yerinde, yılmak nedir bilmez, yenilgiyi tatmaz, daima savaşa hazır, cihada canı gönülden amade.

 

Ama siz... O hengameler sırasında rahat yaşadınız, keyfinize baktınız ve feleğin çarkının bizim aleyhimize dönmeye başlayacağı zamanı beklediniz.

 

Evet, siz! Savaştan kaçan siz! Düşman, yüzünüzden ziyade sırtınızı gördü daima sizin; biz Ehl-i Beyt’in zayıf düşeceği bir anı beklediniz hep, bu fırsatı kollayıp durdunuz sinsice.

 

Tâ ki, babam vefat edinceye kadar... Beklediğiniz fırsat elinize geçmiş oldu böylece.

 

Allah Teala onu peygamberlerin evine, seçkinler yurduna yerleştirmeyi tercih etti.

 

Ve derken, sizdeki gizli nifak alâmetleri süratle aşikâr olmaya başladı, öz benliğinizin derinliklerinden kaynayıp coşuverdi, açığa çıktı nifakınız!

 

Din elbisesi sizler için eskimiş oldu artık; azgınlar ve sapmışların elebaşısı bülbül kesilip ötmeye başladı. Düne kadar zerrece değeri olmayan en karaktersizler, fırsatı ganimet sayıp meydanda at koşturur oldular.

 

Batıl, tam tepesinde yankılanmaya başladı.

 

Derken, şeytan ininden çıkarak hepinizi teker teker, adıyla çağırdı.

 

Bu çağrıya çoktan hazır olduğunuzu, ona koşarak geldiğinizi, her nevi hile ve kalleşliğe daha dünden amade bulunduğunuzu gördü.

 

Sizi yerinizden kaldırdı, ne kadar da kolay kalktığınızı gördü o zaman; sizi tahrik etti, ne kadar kolay tahrike kapıldığınızı gördü; kin ve nefret harmanlarınızı tutuşturuverdi, ne çabuk alevlendiğinizi gördü.

 

Böylece şeytanın azdırmasıyla, size ait olmayan bir deveye göz koydunuz, o deveyi başkasına ait çeşmeye sürdünüz.

 

Ne yaptığınızı biliyordunuz hem de!

 

Kasten, bilerek yapılan bir yanlış!

 

Üstelik Peygamber son nefeslerini verirken hem de!

 

Yaramız daha kapanmamış, Resulullah’ın (s.a.a) acısı daha sinemizden çıkmamış ve Allah Resulü’nün (s.a.a) mübarek naaşı henüz yerde kalmışken hem de!...

 

“Bir kargaşa çıkar korkusuyla hemen bir halife seçmeyi uygun bulduk” diyerek özür ve bahane getirdiniz. Yazıklar olsun size! Asıl şimdi fitne uçurumuna yuvarlanmış durumdasınız işte! Asıl kargaşayı kendiniz çıkardınız! Gerçekten de cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.

 

Yazıklar olsun size!

 

Nasıl yaptınız bunu?!

 

Nasıl bu kadar alçalabildiniz?!

 

Ne yaptığınızın farkında mısınız?!

 

Nereye gittiğinizi biliyor musunuz?!

 

İşte, Allah’ın Kitabı aranızda! Her şey apaçık, her şey besbelli değil mi?!

 

Ahkâmı apaçık, nişaneleri parlamada, yasakları ve emirleri apaçık belli; ama siz ona sırt çevirdiniz; Allah’ın Kitabı’nı ayaklar altına attınız, çiğneyip geçtiniz!

 

Ondan kaçar mı oldunuz yoksa?! Ondan başkasının mı hükmünü kabul ediyorsunuz yoksa?!

 

Eyvahlar olsun! Zalimler, pek kötü bir alternatif seçtiler Kur’an’ın yerine!

 

“İslâm’dan başka din arayanınki kabul edilmeyecektir, kıyamette ziyankârlardan olacaktır.”

 

Fitnelerin durgunlaşmasını dahi beklemediniz; hilâfetin yularını, daha sakinleştirmeden kendinize doğru çekmeye başladınız.

 

Fitne ateşini kendi ellerinizle tutuşturdunuz, alevlendirdikçe alevlendirdiniz. Saptırıcı şeytana kulak kesildiniz; Hakk’ın dinini ve O’nun seçtiği Resulü’nün sünnetini ortadan kaldırmaya ve Allah’ın nurunu söndürmeye azmettiniz! Sütün üzerindeki köpükleri alma bahanesiyle sütü bir içişte bitirdiniz; kimseciklere sezdirmemeye pek özen gösterdiniz. Sonra da utanmadan, kalabalık bir grubu da arkanıza alıp Peygamberinizin evine, onun Ehl-i Beyt’ine saldırdınız, çoluk çocuğuna hücum ettiniz!

 

Ama biz sabrettik yine. Boğazımıza hançer, böğrümüze mızrak saplanmışçasına -bir acı içinde bulunduğumuz hâlde- sesimizi çıkarmadık, tahammül ettik. Hatta işi öyle bir noktaya vardırdınız ki, bize miras düşmeyeceğini zannettiniz. Cahiliyet dönemi hükmünü uyguladınız bize. Oysa inananlar için, Allah’ın hükmünden daha iyi hüküm olur mu?

 

Siz bunu bilmiyor değilsiniz. Biliyorsunuz! Güpegündüz parlayan güneşi bildiğiniz gibi biliyorsunuz ki, ben Peygamber’in kızıyım!

 

Ey Müslümanlar! Bana ait bir mirasın benden zorla alınması hak mıdır sahi?!

 

Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu! Ey Ebu Bekir!

 

Sen babandan miras alabildiğin hâlde, benim babamdan miras alamayacağıma dair bir hüküm mü var Allah’ın Kur’an’ında?! Ne de kötü bir yenilik getirdin sen!

 

Allah’ın Kitabı’nı kasten ve bile bile mi görmezlikten geliyorsunuz, yoksa bilmeyerek mi?!

 

Kur’an-ı Kerim’in “Süleyman’a Davut’tan miras kaldı...” buyurduğunu bilmiyor musun sen sanki?!

 

Kur’an-ı Kerim, Zekeriya’yı anlatırken şöyle buyurmuyor mu: “Rabb’im! Benden ve Yakup soyundan miras alacak bir evlât bağışla bana!”

 

Yine Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmuyor mu:

 

“Miras konusunda akrabalarınızla yakınlarınız, yabancılardan daha önce gelir”

 

Ya da:

 

“Evlâtlarınız hakkında Allah’ın size emri erkek evlâtların, kız evlâtların aldığının iki katı miras almasıdır.”

 

Yine Kur’an şöyle buyurmuyor mu:

 

“Eğer birisi kendisinden sonra bir mal mülk bırakacak olursa, babası, annesi ve yakınları için gereğince vasiyette bulunsun, bu takva sahiplerinin hakkıdır.”

 

Siz, benim, babamdan hiçbir miras ve fayda alamayacağımı mı sanmaktasınız şimdi?!

 

Yani Allah Teala sizlere mahsus bir ayet indirmiş ve babama bu hakkı tanımamış mı demek istiyorsunuz?!

 

Yoksa “iki ayrı din mensubu birbirinden miras alamaz, senin dinin babanınkinden ayrı” mı diyorsunuz bana?!

 

Yoksa Kur’an’ın genel ve özel hükümlerini babam Resulullah ve amca oğlum Ali’den daha mı iyi bildiğinizi iddia etmektesiniz?!

 

İyi o zaman, gel al! Gel şu eyerlenmiş hazır atı al da git hadi!

 

Kıyamette görüşürüz seninle!... Allah en güzel hakem, Muhammed (s.a.a) en güzel adaletçidir! Ve kıyamet ne de güzel bir hesaplaşma diyarı!...

 

Batıl ehli o gün zarar edecek, hüsrana uğrayacaktır; o gün pişmanlık hiç fayda etmez. Her olay için bir durak vardır orada; o hâlde giderek zilleti artırıcı azabın kimin başına geleceğini, ölümsüz azabı kimin tadacağını pek yakında siz de anlayıp bileceksiniz!”

 

Yeni yorum ekle