4. Bölüm
4. Bölüm
Benim ayaklarım titremezdi hiç... Ne oldu böyle... Ellerim, ayaklarım birbirine dolaşmada... Allah’ım! Ya Rabb’im! Sabır ver... Kalbim de titremeye başladı. Ağlamamalıyım diyorum, ama elde mi? Hıçkırıklarımı kursağıma gömdüm, ama gözyaşlarım...
Yüreğime teselli vermeliyim: Fatıma ölmedi... Diri o... Rabb’inin katında rızkını almada şimdi.
Sen... Ey Rahman’ın cilvesi... Ey Resulullah’ın biricik yâdigârı... Sensiz yaşamak ne de zor şimdi, sensiz şu yeryüzü üzerinde kalmak ne kadar zormuş.
Senin ölümün değil, âlemin ölümüdür bu. Sensiz hayata, hayat demek mümkün mü ki?!
Kâinatın kitabı dürüldü ölümünle...
Ah! Şu toprak seni nasıl alacak bağrına?! Seni yutar da nasıl paramparça olmaz şu yerküre?!
Gökyüzü gidişini seyreder de nasıl darmadağın olmaz bir anda?!
Rabb’im yardımcı olmasaydı, nasıl katlanırdım bu büyük felâkete ben?!
İnna lillah ve inna ileyhi raciun... Hepimiz Allah’tanız ve hepimiz O’na döneceğiz sonunda...
Fatıma’m... Ey Allah’ın sevdiği kul! Ey Resulullah’ın inci tanesi, ciğerpâresi! Ne de büyük şu dünyanın fitneleri... Ne de büyük ve ağır, hakikî iyilik ve ihsan sahibi Hak Teala’nın imtihan mihnetleri...
Rabb’im bilir ya; canımdan çok sevdiğim Resulullah’ın gidişinden sonra bir tek senin varlığınla teselli bulmadaydım ben.
Bir çoğunun mürtet oluverdiği Resulullah’ın (s.a.a) irtihalinden sonraki o dehşetli günlerde asil İslâm pınarı senin evinden gönüllere akmadaydı sadece...
İslâm gemisinin, cahiliyet fırtınasının korkunç dalgalarına müptela olduğu o dehşetli fırtınalarda sağlam ve güçlü tek liman, senin imanlara iman katan rızandı.
Evet, Resulullah’ın (s.a.a); o iki cihan serverinin vefatından sonra... Hakkın ayaklar altında çiğnendiği, Kâbe’ye sırt çevrildiği; Peygamber’in namının, yüreklerin en paslı ve en gafil köşelerine itildiği; gözlere, kulaklara ve akıllara Şeytan iyiden iyiye musallat olduğu o şiddetli kasırgada senin evine giden yol, hidayet ve aydınlığa giden tek yol oldu... Ve yolcusu da az mı azdı gerçekten...
İslâm Musa’sının o kısa yokluğunun daha ilk anlarında Nebevî hidayet ve Alevî velâyet minberine Samirî’nin kurulup oturduğu o günlerde, Rububî nurların yegâne tecelli mekânı senin evinin ağaçlarıydı...
Senin rızan İslâm’dı, öfken küfür(1)...
Heyhat... Yazık olsun... Eğer İslâm ırmağı ana yatağından, yani senin rıza çizginden ayrılmamış ve ilâhî gazap yatağına akıtılmamış olsaydı, baban Resulullah’tan sonra bu dünyadan bu kadar erken gitmezdin; ayrılışın bunca tez olmazdı.
Seni; gencecik eşimi ölüm döşeğine düşüren darbe, nura inen darbe oldu aslında. Resulullah’ın (s.a.a) vefatıyla birlikte nurun hançerlenmesi çökertti seni. Yavrularımın annesini genç yaşta ölüm döşeğine götüren şey, yürek yarası oldu, kimselere diyemeyip içine döktüğü dertleri, elemleri oldu.
Yer ve gök ehli şahittir ki, baban Resulullah’tan (s.a.a) sonra elem ve dertten başka azığın olmadı senin.
Zehra’m! Mazlum Zehra’m benim! Bütün bunlar, bizim elem ve dert selimizin başlangıcıymış sadece...
Başını dizlerime aldığım şu elemli an... Ah!.... Senden sonra keder ve elemden başka yerim olmaz artık benim... Kûfe hurmalıklarından başka dert ortağı yok artık bana...
Başını göğsüne dayamış, ağlayışıyla, “anne!” “anne!” figanlarıyla yüreğimi parçalamakta olan şu minik Hasan’ımız; gün gelecek ihanet zehriyle dağlanan ciğerlerini lime lime kan kusarak verecek gurbette.
Gidişinle perişan olan, gözyaşı döküp Allah’ın meleklerini bile ağlatmaya başlayan şu minik Hüseyin’imiz; gün gelecek lebbeyk yerine kılıç şakırtıları duyacak şu ümmetten; biat ve itaat yerine oklar, mızraklar ve kılıçlar inecek ümmetin elinden Hüseyin’imizin yapayalnız kalmış bedenine...
Ayaklarına kapanmış “anneciğim!” figanlarıyla arşı ağlatan ve yaralı ceylanlar gibi seni şimdi son bir kez, ama defalarca öpüp koklamakta olan şu Zeynep... Tıpkı bir mum gibi lahza lahza eriyip küçülmekte olan şu bağrı yanık mazlum minik Zeyneb’imiz; daha nice mumların etrafında pervaneler misali yana yakıla dönüp duracağını ve ağır felâketler karşısında yapayalnız kalacağını bilmiyor mu?
Fatıma’m! Allah aşkına n’olur, son bir kez için olsun kalk da şu Ümmü Gülsüm’e, eğer babasını seviyorsa artık ağlamaktan vazgeçmesini söyle... Hangi derdime yanayım, bilmem ki! Senin firakına mı, Ümmü Gülsüm’ün ciğerimi parçalayan şu ağlayışına mı? Bugün senin yokluğuna bunca gözyaşı döküp kendisini neredeyse bitiren şu masum kızcağız, yarın Kerbelâ’da göreceği o sahneler karşısında nasıl dayanacak sahi?!
Ama nasıl ağlamasınlar ki?! Şu minik yavrucaklar, senin ömrünün sonbaharında birkaç günden fazla birlikte olamadılar ki seninle...
Bir ömür ki, sonbahardan başka mevsimi olmadı Fatıma’m.
Benim evime gelin gelmeden önce, babanın annesiydin sen, ondan sonra da benim dertlerimi paylaştın, zerrece itiraz etmeden...
Henüz emekleme çağındaki İslâm’ın küfür, şirk ve cehalet oklarına hedef olduğu bir dönemde “anne” olmanın “kalkan” demek olduğunu; küfür, şirk ve cehalet kılıçlarına göğüs germek demek olduğunu iyi bilirim ben!...
Medine’ye geldiğimizde minik İslâm yavrusu kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı artık. Ama Ebu Talip Vadisi sürgünü, senin çektiğin acılar, baban Resulullah’ın (s.a.a) mübarek dişlerinin kırılması, nice yiğit ve mert insanların şahadeti pahasına gelebilmiştik o noktaya tabii.
Mekke’de yaşadığımız onca zor ve fırtınalı günlerden sonra Medine’de karşılaştığım o huzurlu ortam seni; dünyanın en üstün insanının kızını ve dünya kadınlarının en yücesi olan “Seyyidet-u nisâi’l-âlemîn”i, baban Hz. Resulullah’tan (s.a.a) isteme fırsatı kazandırdı bana.
Bu ise mahcubiyet, edep ve terbiye okulunun üstadı olan benim gibi birinin; kendisi için amca oğlundan öte, bir kardeş, hatta yalnızlık yıllarının babası, ilk öğretmeni, üstadı ve yegane eğitimcisi olarak gördüğü ve uğruna her lahza canını vermeye hazır olduğu Peygamberine karşı “elçilik”te bulunması demekti ki, pek zor ve çetin bir olaydı.
Ama, o güzelim Muhammedî ahlâkın çözemeyeceği hangi düğüm vardı sahi?! Muhammedî dudakların açamayacağı hangi gonca vardı şu yeryüzünde?
Kapınızın tokmağını vurduğum sırada mahcubiyetten bütün vücudum terler içinde kalmış, sırılsıklam olmuştum.
Ümmü Seleme kapıyı açıp da beni görünce, mahcubiyet ve perişanlıktan kızarmış yüzümü hâlâ unutmadığını söyler.
Ama... Benim de hiç mi hiç unutmadığım bir olay olmuştu o sırada.
Ümmü Seleme tokmağın sesini duyup da; “Kim o” diye sormadan önce baban Resulullah’ın latif ve huzur verici sesi can kulağımda hâlâ çınlar durur:
- Aç kapıyı ey Ümmü Seleme! İçeriye girmesini söyle. Allah ve Resulü’nün pek sevdiği insan odur işte! Allah ve Resulü’nün hem aşığı, hem maşukudur o! Aç kapıyı ey Ümmü Seleme! Bu kapı daima açıktır ona!
Ümmü Seleme’nin merakla sorduğu soruyu duymuştum:
- Anam babam kurban olsun sana ya Resulullah! Kapının ardındakini daha görmedin ki onu böylesine övüyorsun!...
- Yanılıyorsun ey Ümmü Seleme! O, kardeşim ve amcam oğludur benim en sevdiğim insandır o!...
Bu duygulu ve sevecen sözler bana cüret verip dilimi açmada kolaylık sağlayacakken; Resulullah’tan (s.a.a) gördüğüm sevgi ve yakınlık mahcubiyetimi kat kat artırmış ve söylemek istediğimi çok ağır bir yüke dönüştürmüştü dilimde.
Selâm verip içeri girdim. Resulullah’la (s.a.a) karşı karşıya diz çöküp oturduk. Mahcubiyetten başımı yere eğmiş, gözlerimi amcam oğlu Resulullah’ın (s.a.a) ayak parmaklarının önündeki toprağa dikmiştim. Utanıyordum.
Geçmiş ve gelecekten haberdar olan o eşsiz sevgilinin benim niçin geldiğimi çok iyi bildiğinden emindim. Yine de her zaman olduğu gibi, meseleyi tabii bir seyirde götürmek için sordu bana:
- Ne o Ali? Dağlar kadar hâcetin var galiba? İsteğini, hâcetini çekinmeden söyle bana; senin istediğin ne olursa olsun kabuldür benim yanımda!
Ne diyebilirdim?
- Anam babam sana kurban, canım sana feda, ya Resulullah! dedim, Sen benim amcam oğlu olmaktan öte, şefkatli bir baba, bir öğretmen ve üstat oldun bana. Ben senin ellerinde büyüdüm. Henüz minik bir çocukken, babam Ebu Talip ile annem Fatıma bint-i Eset’ten alıp yetiştirdin beni. Miniciktim, lokmayı kendi ağzında çiğneyip ağzıma koyardın. Beni kendi terbiye ve ahlâkınla terbiye edip büyüttün. Annemle babamdan daha sevecen, daha şefkatliydin bana. Allah Teala senin yetiştirmenle nicesinin saplanmış olduğu şirk ve sapıklıktan berî kıldı beni.
Ve Allah Azze ve Celle’ye yemin ederim ki, ya Resulullah, kendimi bildim bileli sen benim en güçlü dayanağım, dünya ve ahiretim için yegane sermayem ve iftiharım olagelmişsindir. Umarım Rabb’ul-âlemîn, bundan daha yakın kılar beni sana.
Bana huzur verecek, evimin ocağımın sevinci olacak bir eşe ihtiyacım var...
Sözümü sürdüremedim. Bir an durdum. Başımı mahcubiyetle daha bir yere eğerek yavaşça sözlerimi sürdürdüm:
- Aziz kızın Fatıma’yı istemeye geldim senden... Bu isteğim, kabul sınırlarına ne kadar yakın olabilir sence?
Uğruna canım feda olası Hz. Peygamber-i Ekrem’in nur yüzüne sevecen bir tebessüm yayıldı; gittikçe derin bir neşeye dönüştü... Derken, mübarek dudaklarının arasından şu cümleler döküldü:
- Müjdeler olsun sana ey Ali! Senden biraz önce Cebrail buradaydı. Seninle Fatıma’nın nikâhının bizzat Allah Azze ve Alâ tarafından göklerde kıyıldığını bildirdi bana.
Ve sonra sevgili Resulullah (s.a.a), Cebrail’in nasıl geldiğini ve Râhil’in arş minberinde nasıl nikâh hutbesini okuduğunu anlattı bana. Ve daha birçok sırlardan söz ettikten sonra şefkat dolu bir tebessümle:
- Aliciğim! dedi. Söyle bakalım, ev bark kuracak bir şeylerin var mı?
- Canım uğruna feda, ya Resulullah! Benim durumumu en iyi bilen sensin. Bir kılıcım, bir zırhım, bir de devem var. Bütün dünyalığım bunlardan ibaret!
Baban yine gülümsedi:
- Kılıç lâzımdır sana! dedi. Sen kılıçsız olmamalısın. Çünkü cihad etmekte ve Allah düşmanlarını onunla cehenneme yollamaktasın. Deven de gerekli yine... Kendi hurmalıkların ve ailenin hurmalıklarını sulamak için devenle su taşıyor, bir yolculuk anında eşyalarını ona yüklüyorsun. Sen sadece zırhını Fatıma’ya mihir olarak ver, yeter; ben razıyım bu kadarına. Ama sen? Sen de razı mısın benden ya Ali?
Allah Resulü (s.a.a) alt üst etmişti kalbimi. Sorulur muydu hiç?! Heyecanımı gizleyemeyerek:
- Evet ya Resulullah! dedim. Anam babam feda olsun sana, müjdelerin en güzeliyle müjdeledin beni. Senden daima hoşnutluk ve saadet tatmışımdır ben. Ne olursa olsun, senden razıyımdır daima; bunun tersi mümkün mü hiç?! Allah’ın selâm ve salâtı sana ya Resulullah!
Peygamber:
- Bu semavî vuslatın kurucusu, Cebrail-i Emin’in de söylemiş olduğu gibi, Allah Celle ve Alâ’dır; buyurdu. Bize düşen, göklerde zaten kıyılmış olan bu nikâhı yeryüzünde de kıymak ve hutbesini okumaktır. Şimdi kalk camiye git ve bu haberi halka duyur. Ben de birazdan gelecek ve nikâh akdini Müslümanların huzurunda bizzat okuyup nikâhınızı kıyarak size ve sizi sevenlere dünya ve ahirette göz aydınlığı vereceğim!
Evet Fatıma’m... Ondan sonra seninle baban arasındaki konuşmaları sen daha iyi bilirsin zaten. Ama ben, Resulullah’ın (s.a.a) emriyle sevinçle camiye gittim, beni hiçbir zaman bunca neşeli ve heyecanlı görmediklerinden olacak, ashap hayretler içinde yanıma gelip ne olduğunu soruyorlardı. Hepsine aynı cevabı veriyordum:
- Allah ve Resulü beni Fatıma için seçmiş! Birazdan Peygamber bizzat gelip her şeyi sizlere anlatacak!
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) camiye geldiğinde öncelikle Bilâl’i çağırıp Ensar ile Muhacirlerin camide toplanmasını duyurmasını buyurdu.
Herkes camide toplanınca iki cihan serveri minbere çıkarak hutbesine başladı:
- Hamd ve sena Allah’a ki, nimetlerine şükredilir, verdiği kudretle kendisine kulluk sunulur, hükmüne itaat edilir, cezalandırmasından korkulur. O’nun indinde sadece hayır ve iyilik vardır; emri yerde ve gökte kayıtsız şartsız geçerlidir.
İnsanları kudretiyle yaratan Allah’tır o. Hükümleriyle üstünlük kazandırdı insanlara; diniyle izzet ve şeref verdi onlara; peygamberi Muhammed (s.a.a) vasıtasıyla değerli ve saygın kıldı onları.
Ve izdivaç ve evlenmeyi siz insanlar için gerekli ve farz bağlardan biri kıldı.
Evlenme yoluyla akrabalık bağlarını güçlendirdi, insanları evlenmekle yükümlü kıldı.
Adı mübarek, makamı yüce Rabb’ul-âlemîn şöyle buyurdu: “O, insanı bir damla sudan yarattı; sonra onun için nikâh bağı, nesil ve evlâtlar oluşturdu. Rabb’in Kadir-i mutlaktır kuşkusuz, her şeye gücü yeter.”
Ey insanlar! Biraz önce Cebrail inerek Allah Azze ve Celle’den bir mesaj getirdi bana. Rabb’im bütün melekleri Beyt’ül-Mamur’da toplayarak kulu, bendesi ve peygamberinin kızı Fatıma’yı, sevgili kulu Ali bin Ebu Talib’e nikâhladığını duyurmuş bulunmaktadır.
Ben de, bu ikisinin dünya nikâhını kıymak ve duyurmakla görevlendirildim. Hepinizi bu nikâha şahit tutuyorum!
Resulullah (s.a.a) sonra bana dönerek kalkıp konuşmamı istedi.
Kalktım. Allah ve Resulü’yle, orada bulunanların huzurunda bir konuşma yaptım.
Minberden indiğimde, babanın her zamankinden daha neşeli ve memnun olduğunu fark ettim.
Aliciğim! O zırhı git, sat! dedi. Fatıma’yla seni bir an önce gelin güvey edelim, siz de evinizi ocağınızı kurun.
Bunu sen de defalarca duymuşsundur. Gittim, bir sahabeye sattım o zırhımı. O sahabe, zırhımı niçin sattığımı anlayınca parasını zırhla birlikte verdi bana. Kabul etmek istemediysem de ısrar edip:
- Şimdi bu ikisine de benden daha fazla ihtiyacın var senin, bu zırhı benim sana düğün armağanım olarak kabul et! dedi.
Olayı babana anlattığımda ona dua etti. Parayı ashaptan birkaç kişiye verip:
- Gidin ve bu parayla, bir ev için en zarurî şeyler neyse onları temin edin, dedi.
Para, toplam 63 dirhemdi. Beyaz bir gömlek, bir uzun başörtüsü, bir havlu, bir sedir, iki döşek, dört yastık, bir hasır, bir el değirmeni, bir bakır kâse, bir su tulumu, bir leğen, bir adet çamurdan yapılma kâse, bir su kabı, bir adet yün dokuma perde, bir ibrik, bir adet toprak testi, iki adet toprak çömlek, üzerinde oturmak için bir adet post ve bir de aba...
Evet, sevgili Fatıma; evlendiğimizde seninle birlikte kurduğumuz yuvanın bütün eşyası bunlardan ibaretti!
O zırhın parasıyla temin edilen bu eşyalar birer birer getirilip de babanın önüne konunca gözleri doldu, mübarek ellerini semaya kaldırıp dua etti:
- Allah’ım! Ehl-i Beyt’ime bereket lütfet. Kap kacaklarının çoğu topraktan ve çamurdan yapılma olanlara bu izdivacı kutlu kıl.
Fatımacığım! Allah Teala indindeki makamın daha da yücelsin inşaallah; çünkü dünya kadınlarının en üstünü, en yücesi olmana rağmen, en asgari imkânlarla geçindin daima. Ben, seninle evlenmeden önce dünyayı boşamıştım zaten; bu yüzden de maddî sıkıntı kolay ve tatlı gelmedeydi bana. Ama sen, gencecik bir kızdın; nice arzuların, ev bark kurma hususunda nice tatlı hayallerin olabilirdi senin... Bu arzularla ayak bastığın dervişhânemde bütün maddî sıkıntılara göğüs gerdin; hiç mi hiç, şikâyetçi olmadın, şükür ve hamddan gayrı bir söz duymadım ağzından.
Dünyada hiç gözü olmayan, onu dönüşü olmayan bir talâkla boşayan biriyle evlenip böyle bir hayatı sürdürebilmenin kolay olmadığını biliyorum. Bu ancak senin, Fatıma’nın becerebileceği bir imtihandı elbet.
İki gün durup dinlenmeden çalışıp da üçüncü gün yorgun, bitkin ve aç bir hâlde eve geldiğimde; “Fatımacığım, yiyecek bir şeyler var mı?” diye sormuştum da, sen o tatlı ve sabırlı sesinle ve âdeta suçluluk mahcubiyetiyle:
- İki gündür evde yiyecek hiçbir şeyimiz yok ya Ali! Çocuklar da iki gündür bir lokmaya hasret! demiştin de, irkilmiştim birden...
- Bu iki gün boyunca aç olduğunuzu neden söylemedin bana? dediğimde de:
- Bir şeyler bulabilseydin mutlaka getirirdin eve zaten. Söylemeye ne gerek var... İmkânın olmadığını bile bile senden bir şey istemeye yüreğim el vermez ki benim! demiştin.
Nasıl unuturum o ânı...
Bunca sabır, terbiye ve şefkat karşısında iliklerime kadar mahcubiyet duymuş, borçla da olsa, eve yiyecek bir şeyler bulup getirmek için hemen dışarı çıkmıştım.
Bir komşudan bir dinar borç edinip çarşıya doğru yönelmiş, yolda Mikdad’a rastlamıştım.
Hava çok sıcaktı. Gök tandıra dönmüştü, yerden alev fışkırıyordu sanki. Mikdat terden sırılsıklamdı; açlıktan yürüyecek takâti kalmamıştı. Selâm verip sordum:
- Mikdat, bu sıcakta dışarıda ne işin var, hayırdır inşallah?
- Sorma ya Ebu’l-Hasan!
- Nasıl sormam? Nasıl aldırmam senin ne hâlde olduğunu Mikdatcığım! Söyle, bir şey mi var?!
Kaytarıyor, söylemek istemiyordu. Sonunda ısrarımdan vazgeçmeyeceğimi anladı:
- Karımla çocuklarımın açlıktan ağlamasına dayanamayıp çıktım evden... Belki Allah Teala bir umut kapısı açar diyerek...
Boğazımda düğümlenen yumruğu yutmadım, yaşlar boşanıverdi gözlerimden. Elimdeki bir dinarı ona verip:
- Senin benden daha fazla ihtiyacın var buna! dedim.
Bomboş ellerle eve gelmeye utandım; sığınabileceğim tek yer camiydi. Namazı Hazret-i Resulullah’ın (s.a.a) imametinde edâ ettikten sonra çıkacaktım ki, baban beni çağırdı:
- Ya Ali! Beni evine misafir eder misin bugün?
Allah’ım!... Ne diyebilirdim?! İki cihan serveri, canım cananım Hazret-i Resulullah (s.a.a) bize misafir olmak istiyor ve soframızda açlıktan başka sunabilecek hiçbir şeyimiz yok ona...
Susmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Peygamber:
- Niçin susuyorsun Aliciğim? diye sordu. Gelmemi istiyor musun, istemiyor musun? Söyle hadi!...
Onun emsalsiz ahlâkına sığınıp:
- Mahcubiyetimi af buyurun! dedim. Tabii ki isterim. Başımızın üstünde yeriniz var!
Sevgiyle elimden tuttu, bize doğru yola koyulduk. Sıcaktan değil, utancımdan terler içindeydim şimdi de... Evde ne yapacaktım ben?!...
Bomboş sofraya, yiyecek bir lokma bulabilmek için çıktığım eve boş ellerle ve misafirle dönüyordum üstelik!...
İçeri girdiğimizde sen namaza durmuştun. Secdenin hemen yanındaki kaptan buram buram yemek kokusu geliyordu.
Dünya yemeği olmadığını hemen anlamıştım onun.
Namazını bitirdikten sonra bize selâm verip yaklaştın. Baban seni sevgiyle kucaklayıp yüzünü okşayarak:
- Nasılsın kızım? diye sordu.
Ve sen iki gündür açtın... Minicik yavrularının açlığını seyrederek hem de! Rengin iyiden iyiye kaçmıştı, dizlerin titriyordu bitkinlikten. Yine de belli etmedin, hiçbir şey olmamış gibi:
- İyiyim hamdolsun! dedin. İyiyim babacığım!
Sen... Kadınların ulusu sendin gerçekten...
- Bu yemek nereden geldi Fatımacığım? diye sormuştum da, baban senden önce davranmıştı:
- Aliciğim, bu senin Mikdad’a bağışlamış olduğun o bir dinarın ödülüdür! Tabii sadece dünyevî ödülüdür bu; o amelinin uhrevî karşılığınıysa ahirette göreceksin!
Ve sonra baban da dayanamayıp ağlamış ve elini omzuma koyup:
- Allah’a hamdolsun ki seni Zekeriya ve Fatıma’mı da Meryem menzilesinde kıldı; onlara da cennetten yiyecek inerdi böyle!
Evet, Fatımacığım; böylesine sabırlıydın sen... Hiç şikâyetçi olmadın hayatından. Seni nasıl unutabilirim ben, mümkün mü unutmak seni Fatıma’m? Yokluğuna nasıl dayanırım ben şimdi?!
Hatırlıyor musun; nikâhımız kıyıldığı hâlde bir aydır henüz benim evimin gelini olmamıştın sen? Babana açmaya ise utanıyordum bunu. Bir gün kardeşim Akil gelip:
- Kardeşim! dedi. Niçin gidip Hazret-i Peygamber’den Fatıma’yı gelin etmesi için izin istemiyorsun? Böylece hem bir an önce yuvanı kurmuş, hem de bizi ve seni seven diğer dostlarını bu vuslatla sevindirmiş olursun.
- Ben de istiyorum bunu, dedim Akil’e. Ama bunu Peygamber’e açmaya utanıyorum!
Akil, hemen o sırada kalkıp size gitmemiz ve seni babandan istemem için yemin verdirdi bana.
Yolda Ümmü Eymen ve Ümmü Seleme’yle karşılaştık. Meseleyi anlayınca:
- Bu işi bize bırakın, dediler, kadınlar böyle işleri daha iyi bilirler.
Kabul ettik. Sizin evin kapısının önünde bekledik. Çok geçmeden geldiler, Peygamber’in beni çağırdığını söylediler.
Çok utanıyordum. Utana sıkıla gidip Resulullah’ın (s.a.a) yanına oturdum. Her zamanki şefkat ve sevecenliğiyle:
- Aliciğim, Fatıma’yı göçürmek mi istiyorsun? diye sordu.
- Eğer uygun bulursanız, ya Resulullah!
- Çok güzel! O hâlde hemen bu akşam evinde bir yemek ver ve eşini al, götür!
Sa’d bir koyun hediye etti, hiç unutmam; sahabelerden birkaçı da mısır getirdiler. Ben de, babanın vermiş olduğu on dirhemle çarşıya gidip yağ, hurma ve biraz da kurut aldım. Sofrayı kurduk. Peygamber-i Ekrem (s.a.a):
- Git, istediğin herkesi çağır! buyurdu. Ama senin evin küçük olduğu için onar onar gelmelerini söyle. On kişi gelsin yemeğini yedikten sonra, yerini diğer on kişiye bıraksın!
Camiye gittim; gördüğüm herkesi davet ettim. Haber çok geçmeden bütün Medine’de yayılmış... İnsanlar akın akın yemeğe geliyordu bize.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yemek kazanının yanına oturmuş, bizzat kendi mübarek elleriyle herkesin yemeğini vermekteydi. Yüzlerce misafir, onar onar gelip yedi doyasıya; ama Peygamber’in mübarek ellerinin bereketi sayesinde, gelen herkese yetti o yemek.
El ayak çekildikten sonra seninle bana da ayırdı o yemekten kendi elleriyle. Misafirler gitmiş, kimse kalmamıştı üçümüzden başka. Benimle seni yanına çağırdı; ellerimizi tutup sevgiyle bağrına basarak bir süre öylece durduktan sonra ikimizin elini kavuşturuverdi. İkimizin de alnına birer buse kondurduktan sonra:
- Aliciğim! En iyi eşe sahip oldun; kutlarım! dedi. Sonra da sana dönüp aynısını tekrarladı:
- Fatımacığım! Sen de çok iyi bir eş kazandın kızım; kutlarım. Allah her ikinizi de mesut etsin! Canım yavrum benim; kocanın fakirliği endişelendirmesin sakın seni, e’mi! Fakirlik, ben ve Ehl-i Beyt’im için bir iftihardır, sakın unutma bunu! Kızım! Ben seni dünyanın en iyi insanıyla evlendirdim. Kocan benden sonra dünya ve ahiretin “büyüğü”dür, bilesin... Sakın kocana itaatsizlikte bulunmayasın! Kocan, yeryüzünün en mümin, en bilge ve en iyi ahlâklı insanıdır.
Kızım! Şunu bil ki dünya ve ahiretin bütün servetlerini babanın ayağına döktüler; bunları kabul etmem hâlinde Allah katındaki makam ve derecemin zerrece azalmayacağını söyleyerek hem de! Ama ben kabul etmedim yavrum; mal, mülk ve servete itina etmedim asla.
Sevgili kızım! Ali’nin kıymetini bil!
Sonra yine bana dönüp:
- Aliciğim! dedi, Fatıma’ya iyi davran, sevecen ve samimî ol. İyilikte bulun ona, bütün kalbinle sev onu; o benim vücudumun bir parçasıdır... Onun üzülmesiyle ben de üzülür, onun sevinciyle sevinir, memnun olurum ben de!
Sizleri Allah’a emanet ediyorum. Rabb’ul-âlemîn yariniz, yâveriniz olsun. Sadece O’nu hakem edinin aranızda.
Ve sonra bizi baş başa bıraktı çıktı. Kapıyı kapadı ve kapının ardından tekrar duada bulundu bizim için:
- Allah Teala sizi ve evlâtlarınızı mutahhar ve tertemiz kılsın! Sizin dostlarınızla dost, düşmanlarınızla düşmanım! Allah’a emanet olun!
Evet Fatımacığım...
Ben, o çok kısa süren evliliğimiz boyunca sevgi, şefkat, samimiyet, saygı ve vefakârlıktan başka bir şey görmedim senden. Umarım sen de râzısındır benden.
“Babanın annesi” lakabına sahip olduğun için sevgili Resulullah (s.a.a) seni yakınında görmek istiyordu. Evimizin onun evine çok yakın olmasını, böylece seni her gün görebilmeyi istiyordu. Ve tabii bu arada ben de her gün onu görebilmenin mutluluğunu yaşayacaktım böylece...
Harise bin Nu’man’ın Medine’de birkaç evi vardı. Hepsini takdime hazır olduğunu söyleyerek büyük bir mertlik örneği sergiledi. Hazret-i Resulullah (s.a.a) kendi evine en yakın olanını bizim için seçip Harise’ye duada bulundu.
Ve böylece biz, Peygamber’e komşu olmuş olduk.
Nebevî sünnet, işleri seninle benim aramızda paylaştırıp bu sorumlulukların sınır ve hududu olarak da evimizin kapısını belirledi.
Evin içindeki işlerden sen, dışarıyla ilgili işlerden de ben sorumlu oldum.
Ama sana çok gelirdi onca ev işi; kıyamazdım senin evde onca işin altında ezilmene; hem, vücutça da pek zayıftın...
Dikiş işleri, çamaşır, bulaşık, ekmek pişirme, yemek hazırlama, un öğütme... Onca gece ibadetlerine ilâveten bir de bu işlerin tamamını, üstelik her gün peyderpey yapmak seni tüketir, takâtini bitirirdi.
Bir gün elindeki kabarcıklarla morartıları görünce iliklerimin sızladığını hissettim, seni öyle görmeye nasıl dayanabilirdim ben?! Hemen Resulullah’a (s.a.a) gidip kendisinden bir hizmetçi rica etmeyi düşündüm. Sana açtığımda kabul ettin. Birlikte babana gittik. Ama onun malî durumu bizden daha kötüydü o sırada. Ne var ki o yüceler yücesi insaniyet âbidesinin kitabında, kendisine yapılan bir rica ve isteğe “hayır” demek yoktu öteden beri. Nitekim hizmetçi vermediyse de, sana özel bir tesbihat öğretti ki, o tesbih sayesinde ev işleri artık kolay gelmişti sana:
- Her namazdan sonra 34 defa “Allahu Ekber” diyerek Allah’ın “Büyük” olduğunu söylemiş olun; 33 defa “Elhamdulillah” diyerek O’na hamd ve şükürde bulunun; 33 defa da “Subhanellah” diyerek Allah’ı tenzih edin, bütün olumsuzluk ve noksanlıklardan münezzeh bilin O’nu.
Ve böylece “Fatıma Ana Tesbihi” denildi ona, senin adınla tanınıp bilindi ve senin sayende diğer Müslümanlar da o tesbihatın büyük feyizlerinden faydalanma imkânı bulmuş oldular.
Allah’a yemin ederim ki, senin yuvan huzur ve saadet yuvasıydı benim için. Ne zaman kapıdan içeri adımımı atsam senin bir bakışınla bütün dertlerimi unutur, bütün yorgunluklarım dökülüverirdi bir anda bedenimden.
Cihada gideceğim zaman sen hazırlardın gerekli eşyalarımı; savaşlarda aldığım derin ve ağır yaralar senin şefkat dolu ellerinin tedavisiyle kapanıp iyileşiverirdi, hatta benim ve Peygamber’in kılıcındaki kanları sen o mübarek ellerinle temizler, pırıl pırıl edip kınlarına yerleştiriverirdin.
Ve ben, seninle geçirdiğim bu süre zarfında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) buyruğunu herkesten ziyade anladım ve yaşadım:
“Kadının cihadı, kocası için iyi bir eş olmasıdır.” buyurmuştu baban.
Adımlarımdaki sarsılmazlık, pazılarımdaki ezici güç, kılıcımdaki salâbet ve süratte, senin oynadığın rol ve etkinliği kim inkâr edebilir Fatıma’m?!
Sen olmasaydın kiminle yaşar, kiminle eş olabilirdim ben? Senin o masmavi gökler kadar engin yüreğinden başka hangi minik kalbe sığardı şu gönlüm benim?!
Fatıma’m... Benden başka kim bilebilir senin gerçek makam ve ilâhî dereceni? Tam dokuz yıl yaşadım seninle; bu süre zarfında Muhammdî huy ve ahlâkla, ilâhî sıfatlardan başka bir şey görmedim sende...
Öylesine büyük ve yüce bir ruhun vardı ki senin... İzleyicilerine şefaatte bulunabilme hakkı istedin nikâh mihrin olarak... Rabb’ul-âlemîn de kabul buyurdu senin bu yüce dileğini.
Sözlerin tıpkı vahiy, davranışın ve amellerin tıpkı sünnetti senin. Bizzat kıstas ve ölçüydün sen. Hiçbir kıstasa da sığmadın; başlı başına mihenk taşı, kıymet ölçüsüydün daima.
İffet senden kaynaklanırdı; terbiye, ar ve hayâ senden yansırdı insanlara; takva senin sıfatındı; oruç, senin tuttuğundu; namaz, senin kıldığındı; salih amel, senin işlediğindi; iffet ve namus sana gıpta eder, dürüstlük ve nezaket sana imrenirdi; “kadın”lık öğrencindi, çırağındı senin; “hanım efendilik” senin varlığından esinlenilmiş bir model ve örnekti.
O günü hiç unutmam; Resulullah (s.a.a) camide, ashaba dönüp:
- Kadın için en üstün sıfat nedir bilir misiniz? diye sormuştu da ashap cevap verememiş, kalakalmıştı. Hatta Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin en bilgesi olan ben(2) bile duraklamış ve hemen gelip senden sorduktan sonra camiye gidip sevgili Resulullah’a (s.a.a) şöyle demiştim:
- Bir kadın için en üstün sıfat, onun hiçbir -namahrem- erkeği, ve hiçbir -namahrem- erkeğin de onu görmemesidir!
Baban, bunu benim değil, senin cümlen olduğunu hemen anlamıştı.
- Ya Ali, bu cevabı kim verdi? diye sordu.
- Kızınız Fatıma söyledi, ya Resulullah!
Baban memnuniyetle gülümsedi:
- Aferin Fatıma’ya! Benim vücudumdan bir parça olduğunu bir kez daha ispatlamış oldu gerçekten!
İşte bu yüzdendir ki ben, Resulullah’ın (s.a.a) vücudundan bir parçayı kaybetmiş oldum şimdi, Fatımacığım! Senin varlığın, sevgili Resulullah’ın (s.a.a) yokluğuna tahammül etmemi kolaylaştıran bir merhemdi âdeta.
Ama ya şimdi?!
Sevgili baban Resulullah’tan (s.a.a) sonra şimdi de sen yalnız bırakıyorsun beni.
Başımı alıp nereye gideyim ben?! Ne yapayım şimdi bunca yalnızlıkla böyle?!...
Yeni yorum ekle