-1-HZ.PEYGAMBER'İN HAYATI
"Benden sonra gelecek ve ismi Ahmet olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah elçisiyim." "Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." ÖNSÖZ
Resul-i Ekrem (s.a.a)'in ve Masum İmamların (Allah (c.c)'ın salat ve selamı onların üzerine olsun) mübarek yaşantıları numune insanların yetiştirilmesinde, büyük bir sermayedir ve o Hazretlerin iradeleri, başkalarına örnek ve olgu sayılmaktadır. Bu Kur'an-ı Kerim'in "Andolsun ki Allah (c.c)'ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var, O, size en güzel bir numunedir. diye beyan ederek, hayat bağışlayan mektebin öğrencilerine öğrettiği derstir. Yüce Allah, Resul-i Ekrem (s.a.a) ve masum imamlar (a.s)'dan sonra Hz. İbrahim (a.s)'ı ve onun takipçilerini güzel örnek ve numune unvanında ve insanların sevilmişleri olarak tanıtarak şöyle buyurmakta: Gerçekten de Hz. İbrahim (a.s)'de ve Onunla beraber bulunanlarda güzel bir örnek var size; Allah'a ve Ahirete inancı olanların tümünün dikkatleri bu önemli emre dikilmiştir. Kur'an açıklamasını yaparak bunu beyan ediyor. "Allah ve ahiret gününe kavuşmayı umanlara güzel bir örnek var..." Bu numune ve örnekler bırakmış oldukları alamet ve ölçülerle istenilen kemale doğru hareket yönünü belirlemekle, görüşünde olan mektebi ameliyle tayin etmek suretiyle, özellik ve yapıları bir olan mektep takipçileri kimselerin kahramanlık peşinde koşmalarını, dolayısıyla yoldan çıkıp mahvolmalarını önlemektedir. Kur'an-ı Kerimin bu hakikat hakkında ısrar etmesi, O'nun beşerin kahramanlık peşinde koşma huy ve özelliğini nasıl kontrol altında tutup, gözettiğinin başka bir delilidir. Diğer bir taraftan bu insan, eğiten ve öğreten kitabın, ilahi bir çeşmeden kaynayıp geldiğine nişanedir. İnsanın görkemli tarihi de, buna şahitlik etmektedir, öyle ki tarihin hiç bir devri beşerin göz bebeği olan kahramanlardan boş kalmamıştır. Onlar başkalarına örnek ve olgu olarak sayılmışlardır ve devamlı olarak övgülerle anılmışlardır. Hatta, normal olan mektepler dahi etki ve tesiri fazla olan örnek ve numune şahısları, ideal bir insan örneği olarak topluma sunmaktadırlar. Ama biz, Müslüman olmamıza rağmen, Kur'an-ı Kerim bizimle olmasına rağmen ayetine ilk önce bizim muhatap olmamıza rağmen ve bunca değerli örnek ve numuneler bizim için sunulmasına rağmen, yine de şahit olmaktayız ki; gözlerimiz, kulaklarımız ve özellikle genelliğimiz başka şeylerle meşgul olmakta! Şüphesiz hassas ve atifeli bir durum içerisinde, Müslümanların kahramanlık arama hissinde boşluk meydana gelecek olursa, Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) gibi değerli ve şahsiyetli örnekler bu ortamda önemle hissedilmeyecek olursa bu boşluk başka şeylerle doldurulacaktır. Başkaları (kötü yönde) beşer arasında eşi benzeri olmayan, bu önemli şahsiyetlerin yerini dolduracaktır. Bu tanınmış çehrelerin ve insanlık için güzel örnek olan şahısların, İslam toplumunda gerekli yerlerine sahip olmamalarının sebebini, onların rollerini oynamak isteyenlerde ve onların baştan sona iftihar kaynağı olan yaşantılarını yazıp anlatanlarda aramak gerekmektedir ki mektebin hakiki değerlerinin, onların vücutlarında canlanmasını önlemektedirler ve onların tablo misali, isteyenlerinin ve taraftarlarının nazarlarında canlanmalarını önlemekteler. Allah'a şükürler olsun ki, "el-Belağ Müessesesi" bu konuya önemli ve layık bir atılımla Resul-i Ekrem (s.a.a) ve diğer masumların yaşantısını sade bir anlatım ve özel bir şekilde Arapça yazmıştır. YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Yüce Allah (c.c)'a Hamd ve senadan sonra: Dar'ut Tevhit müessesesi (şimdi el-Belağ müessesesi adını almıştır.) Allah'ın yardımı ve tevfikiyle İslam kültürü yayınlarından, tüm Müslümanların faydalanmasını, kendi sorumluluğuna almıştır. İş başında olanların, İslam fikir, gelenek ve göreneklerinin herkesi kapsayacak bir şekilde yayılmasına büyük bir ilgileri vardır. Bu yüzden İslam görüşünün açık, basit bir şekilde anlaşılabilmesi için ayrı-ayrı sayılar halinde ama bir biriyle irtibatlı bir şekilde, isteyenlerin eline yetişecektir. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yaşam tarzını öğrenmek, İslam'ın maksadını anlamak için ilk araç olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple Resul-i Erkem (s.a.a)'in tüm hanedanının (ailesinin) yaşam şekillerini yayınlama kararını aldık. Bunlar, (Allah'ın izniyle) on dört masumun (a.s) yaşantılarını kapsayacaktır ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'in yaşantısından başlayarak, on ikinci imamın yaşantısından bazı olayları toplamakla sona erecektir. Bunun sebebi, bu büyük şahsiyetlerin, İslam'ın hayat ve hareketinde büyük rolleri olmasındandır. Onların siyaset yöntemlerini öğrenme ve onların, hayat veren programları (ki hepsi Allah dininin hizmetindeydiler) büyük bir öneme sahiptir. O Hazretlerin heyecan veren güzel davranışları Hakkın en açık ve net belirtisidir. Onlar, hayır ve iyiliğin en güzel örneği, tefekkür ve hikmet menbası idiler. İnsan için gerekli olan kemale doğru yönelmenin kaynağıdırlar. O büyük şahsiyetler Allah (c.c)'ın risaletinin canlı örnekleri ve yüksek dereceli numuneleri ve İslam'ın gerçek şahsiyetleridirler. Allah'ın (c.c) sözü haktır ki, buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah'ın Resulünde (s.a.a) sizin için uyulacak en güzel bir örnek var, o size en güzel bir numunedir." Allah'ın Resulü (s.a.a) de şöyle buyurmaktadır: GİRİŞ
Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in yaşantısı oldukça geniş bir kitabı teşkil eder. O nedenle, o hazretin yaşantısını özet olarak yazıp huzurlara sunmak kolay bir iş değildir. Buna ilaveten; bu büyük şahsiyetin cilveli celali öyle büyüktür ki, beşeriyet tarihinde eşi benzeri bulunmamaktadır. Özellikle o hazretin yaşantısı çeşitli konuları içermektedir. Örneğin; zaferleri, huzu ve huşu, korku ve ümit, kahramanlık ve ızdırap... Belirlenen hakikatlere dikkat edilerek elinizde hazır olan bu eser, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in yaşantısının asıl ve önemli olan bölümlerini, kısaltılmış ve özet şekilde sunmaktadır. Bizi bu harekete sevk eden mesele, günümüz insanlarının bilinçlendirilmesi ve din önderlerinin yaşamı hakkında duyulan aşırı ihtiyaçtır. Özellikle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in şahsiyeti, hakkında çaba sarf edildi hazretin önemli ve asıl durumları, peygamberlikten önceki ve sonraki şahsiyeti, davranışı, toplumsal konumu ve diğer açılardan "Hakka davet etmesi" hükümet kurması, toplumdaki kişisel meselelere yaklaşım şekli, Allah (c.c)'ın risaletine davet şekli ve İslam ümmetine "rehberlik" meselesi, imkan dahilinde araştırma altına alındı. Bu araştırma üç boyutta ele alınmaktadır: a) Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberlikten önce ve sonra Mekke'deki yaşantısı. PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE VE SONRA RESUL-İ EKREM (s.a.a)'İN MEKKE'Yİ MÜKERREME'DEKİ YAŞANTISI
a) Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Peygamberlikten Önceki Hali 1- Hz. Muhammed (s.a.a)'in Mübarek Doğumları Cahiliyet ve fisku fücurun ortalığı doldurduğu, haksızlıkların ve tecavüzün olduğu ortamda (Abdullah b. Abdulmuttalibin oğlu) Muhammed (s.a.a) dünyaya gözlerini açtı. Muhammed (s.a.a) Allah (c.c)'ın takdir ve maslahatıyla yetim olarak dünyaya geldi. Öyle ki, annesi Amine Bint-i Vahab'ın karnındayken muhterem babaları "Abdullah" Şam ticaretinden dönerken dünyadan gittiler. (Kur'an-ı Kerim kamil bir sureyi onların hallerini beyan etmeye ayırmıştır.) Mekke halkı adetleri gereği çocuklarını, zekalarında ve fesahatlerinde tesirli olması için çölde yaşayan süt annelerine vermekteydiler. Bedevi kadınlar gelesiye kadar, yenilerde Allah'ın bir erkek çocuğu bağışladığı Ebu Leheb'in kenizi Suibe Hz. Muhammed (s.a.a)'in dadılığını üstlenmişti. Çölde yaşayan hanımlar, her zaman ki gibi Mekke'ye geldiler. Bu defa iki süt annesi "Said b. Bekr" kabilesinden gelmişlerdi ki çocuklara süt vermek için görevliydiler. Onlardan fakat "Ebu Zuayb Abdullah" kızı "Halime" kalmıştı ki ona, Muhammed (s.a.a)'ı alması tavsiye olundu Ama Hz. Muhammed (s.a.a) yetim olduğu için Halime kabul etmekten çekinmekteydi. Yetim bir çocuğun ihtiyaçlarını gidermekten aciz oldukları için onu kabul etmekten çekinmekteydiler. Halime'nin kocası "Haris"de orada olduğu için Halime ona bir süt çocuğu bulmadan dönmek istemediğini belirtti. Ama bu yetim çocuktan başka da çocuk yoktu! Haris onu Hz. Muhammed (s.a.a)'i kabul etmesi için teşvik etti ve Allah (c.c)'ın onun vasıtasıyla hayır ve bereketi onlara indirmesi ümidinde idi. Halime, Hz. Muhammed (s.a.a)'ın kundağını alıp, memesini onun mübarek ağzına bırakınca kendi çocuğunu dahi doyurmakta aciz olan ve çocuğunun açlıktan ağlamasına sebep olan memesi, sütle dolup taştı. Hz. Muhammed (s.a.a) iki yaşına kadar süt annesi Halime'den süt emdikten sonra sütten kesildi. Halime o Hazreti annesinin ve diğer akrabalarının görmesi için Mekke'ye getirdi. O, Hz. Muhammed (s.a.a)'in annesini ve diğer akrabalarını, o hazretin azamet ve büyüklüğünden ve mübarek vücutlarının diğer bereket ve ihsanlarından haberdar etti. Halime O Hazreti, ikinci defa götürdü. Halime, Hz. Muhammed (s.a.a)'ı beş yaşındayken yani bebekliği bitirip çocukluğa adım attığı bir zamanda akrabalarına teslim etti. Bir kimse Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in yaşantılarını ilk günlerinden itibaren dikkatle inceleyecek olursa, çaresiz teslim olup kabullenmesi gerekmektedir ki Hazret, Allah (c.c)'ın mahsus bir inayet ve rahmetine mazhar olmaktaydı. Bu inayet, bu özel alaka ve ilgiden amaç fakat cisim ve maddi yönden olmayıp, belki vasıtasız özel bir inayettir ki kısa bir gelecekte o hazreti "Büyük Risaleti" (değerli sorumluğu) üstlenip tahammül etmeye hazırlamaktı. Peygamber efendimizin yaşantılarını içeren kitaplar, bu inkar edilemeyecek önemli hakikatlerle dolup taşmaktadır. O da şundan ibarettir ki, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) büyük sorumluluk yükü olan "Davet" meselesine hazırlanabilmesi için, Yüce Allah (c.c)'ın özel inayet, rahmet ve yardımlarına nail olmalıydı. Bu hakikati muteber ve güvenilir kitaplar birbirine benzer bir şekilde açıklamışlardır. Örneğin Hz. Ali (a.s) Gasime Hutbesinde şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah, Hz. Muhammed (s.a.a)'ın bebekliğinden sonra, meleklerinden en büyük bir meleği O hazret'e en büyük kerametleri, büyüklüğü ve dünyanın en değerli ve en güzel ahlakı gündüz ve gece öğretmesi için görevlendirdi. Davud İbn-i Haşim'den de bu konu hakkında şöyle naklolunmuştur: "Resul-i Ekrem (s.a.a) gençliğe yetişti, öyle bir halde ki yüce Allah (c.c) onu korumaktaydı ve cahiliyetin pislik ve kötülüklerinden uzaklaştırmaktaydı, çünkü o hazreti "Keramet" ve "Risaleti" için hazırlanmaktaydı. Hz. Muhammed (s.a.a) aynı şekilde hac ibadetini yerine getirmekteydi, bundan öte her zaman yemek esnasında Allah (c.c)'ın ismini anmakta ve yemeğin sonunda ise Hamdu Senasını yerine getirmekteydi. Ayrıca "putlar" önünde kesilen hayvanların etinden yememekteydi. Bunların tümüne ilaveten, kendisini güzel ve beğenilmiş ahlak ve sıfatla süslendirme çabası içerisindeydi, vermiş olduğu söz ve hareketine sadık ve vefadar kalması, Hz. Muhammed'in millet tarafından "Sadık-ul Emin" lakabıyla lakaplandırılmasına. Sebep oldu. Hz. Muhammed (s.a.a) o sıfatı kazanmada herkesten mümtaz idi. 3- Hz. Muhammed (s.a.a) Dedesi Abdulmuttalib'in Himayesi Altında: Elbette Hz. Muhammed (s.a.a)'e karşı bunca alaka ve muhabbeti, sırf ona karşı olan sevgisinden kaynaklamamaktadır, yani sadece kaybetmiş olduğu Abdullah'ın yadigarı olduğu için değildi, bilakis Abdulmuttalib o hazretin kayıptan gelen azamet ve makamını anlamıştı ve bilmekteydi ki o hazret ister istemez o yöne doğru hareket ettirilmektedir. Bundan dolayıdır ki, ömrünün sonlarında o hazreti oğlu "Ebu Talibe" ve hanımı "Ümmü Eymen'i" teslim etmişti. Hz. Muhammed (s.a.a) altı yaşına ulaştığında annesi Emine; Ümmü Eymen ve Hz. Muhammed (s.a.a)'la birlikte Medine'de yaşamakta olan kardeşlerini, "Ediy b. Neccar" oğullarını görmek amacıyla Medine'ye o hazretin dayılarını görmesi için götürdü. Bir ay Medine'de kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmek amacıyla yola koyuldular. Hazretin annesi yolda Allah (c.c)'ın rahmetine kavuşup "Ebvai" denilen yerde toprağa verildi. Ümmü Eymen altı yaşında olan Hz. Muhammed (s.a.a)'ı Mekke'ye getirerek dedesi Abdulmuttalibe ulaştırdı. Abdullah'ın ölmesiyle babalık görevini üstlenen Abdulmuttalib Amine hatun'un vefatı ile annelik görevini de üstlenmek zorunda kaldı. Abdulmuttalib Allah (c.c)'ın çağrısına "Lebbeyk" deyinceye kadar babalık vazifesini tam anlamıyla yerine getirdi. Allah (c.c)'ın rahmetine kavuştukları zaman, Allah'ın seçilmiş kulu olan Hz. Muhammed (s.a.a) sadece sekiz yaşındaydı. Ebu Talib Ve Muhammed (s.a.a)'in Kendi Sorumluluğu Altına Alması
Abdulmuttalib'in dünyadan gitmesiyle Hz. Muhammed (s.a.a)'in amcası olan Ebu Talib o hazretin sorumluluğunu üstüne aldı. O, Hz. Muhammed (s.a.a)'e olan muhabbet ve sevgisini, en doruk noktaya çıkardı. Öyle ki Ebu Talib'in Hz. Muhammed (s.a.a)'e karşı olan tavır ve davranışı, kendi çocuklarına karşı olan tavrıyla kıyaslanması mümkün değildir. O, Hz. Muhammed (s.a.a)'i kendi yanında uyutur, kendi yanında oturtur, yemeğini o hazretle yer, her nereye gidecek olursa, o Hazreti'de kendisiyle birlikte götürürdü ve Hz. Muhammed (s.a.a)'e karşı hiç bir lütuf ve inayetten kaçınmazdı. 4- İlahi Alametler ve Yeni Peygamberliğin Temelleri Tevrat ve İncil'in nakletmiş oldukları alametlerden Hz. Muhammed (s.a.a)'in peygamberliğinin oldukça yaklaştığı anlaşılmaktadır. O zamanın kitap ehli olan alimleri, bu gerçeğin nişanelerini kamil bir şekilde bilmekteydiler, o nedenle Peygamberin zuhur etmesini heyecanla beklemekteydiler. Ama keder vericidir ki Peygamber zuhur edip de ilahi davete başlayınca, Hz. Muhammed b. Abdullah (s.a.a)'in gözleri kamaştıran nuru, tüm dünyanın gözünün önünde sergilenmesine rağmen, kitap ehli olanların körü körüne olan kıskançlıkları, Hakka doğru gelip, o hazretin davetini kabul etmeye razı olmamalarına sebep oldu. Zamanlarının ve kendi çıkarlarının gereği o hazreti inkar etme yoluna giderek, mücadele etmeye başladılar. "Allah katından ellerindeki (Tevrat'ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat'tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkar ettiler. İşte Allah'ın laneti böyle inkarcılaradır." Kitap ehlinin alimleri, İlahi kitaptan Peygamberin zuhuru hakkındaki gerçekleri ve o zuhurun yakın olduğunu anlayarak millete anlatmaktaydılar. Onlar, şöyle söylemekteydiler: Yeni zuhur edecek olan Peygamberin Tevrat ve İncil'deki özelliklerinden birisi dünyayı "Nurla", "Bereketle" ve "Hidayetle" doldurmasıdır. 5- Hz. Muhammed (s.a.a)'in Gençlik Dönemi "Peygamber (s.a.a) ile "Arak" ağacının yetişmiş olan meyvelerinden yemekle meşgul idik ki o hazret şöyle buyurdular": "Evet, çobanlık yapmayan hiç bir Peygamber gelmemiştir." "Mekkelilere Gerarit bölgesinde çobanlık ettim." Allah, kulunu ve elçisini çalışıp, zorluk çekmeden ihtiyaçlarını gidermeye kadir olmasına rağmen, onu milletin rehberi ve önderi yapmak istediği için hatta başkalarına muhtaç olmamak için çalışıp, çaba sarf etmek gerektiğini vurgulamakta, hatta Hz. Muhammed (s.a.a)'ın şeriatı dahi çalışıp, çaba sarf etmeyi zorunlu kılarak, tekitlerle belirtmiştir. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: Aynı şekilde şöyle buyurmaktadır: Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in mübarek ömürleri, 25 yaşlarına ulaşmıştı. O yaşta Hazret ticaret amacıyla Şam'a doğru yola koyuldu. Ticaret eşyası "Hatice bint-i Huveylid" ismindeki kadına aitti. Hatice servetiyle, güzelliğiyle namuslu bir ailenin kızıydı ve zamanının icabı başkalarıyla ticaret anlaşmaları, muzarebe yapmaktaydı yani sermayesinin bir kısmını ticaret amacıyla bir şahsın vekaletine vermekteydi ve o şahsın, şahsi çabası karşısında, bir miktar ücreti ona vermekteydi. Hz. Muhammed (s.a.a)'in şöhreti halkın dilinde dolaşmaktaydı. O hazretin doğruluğu, eminliği, güzel tavrı ve dirayetliliği Hatice'ye sabit olunca, O hazreti davet ederek Şam ticaretini o hazrete önerdi. Hz. Muhammed (s.a.a) kabul edince, ikisi arasında anlaşma imzalandı. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.a)'in ücretini, o zamana kadar yapmış olduğu ortaklıklardan daha fazla kararlaştırdı. Bu anlaşmadan sonra Hz. Muhammed (s.a.a), Hatice'nin kölesi "Meysire" ile birlikte kervanı Şam'a doğru harekete geçirdi. Hz. Muhammed (s.a.a) ve Meysire Şam'da canlı bir şekilde satışa başladılar. Sonuçta, oldukça güzel bir karla geriye döndüler. Meysire elinden geldikçe Hz. Muhammed (s.a.a)'i Hatice'ye tarif etmeye çalıştı. O'nun güzel ve beğenilir huyunu, tavır ve davranışlarını övdü. O hazretin güzel huyu davranışları Hatice'yi samimi bir kalple Peygambere aşık etmişti. Hatice o hazretin aşkını tüm vücudunda hissetmekteydi. Sadece Hz. Muhammed (s.a.a)'in onun kocası olmaya layık olduğunu hissetmekteydi. Hatice boş beklemenin doğru olmadığı kanısına vararak "Menbe" kızı "Nefiseyi" o hazretin yanına gönderdi. Nefise o hazretin yanına gelerek "Niçin evlenmiyorsun?" diye sordu. Nefise: "Ben işi ayarlarım..." ve Hz. Muhammed (s.a.a) Hatice'yle evlenmeyi kabul etti. Hz. Muhammed (s.a.a) Hz. Hatice'yle evlendikten sonra, onun evine yerleşti. O ikisi sıcak ve mutlu bir yuva oluşturarak atife ve ruhsal yönden kaynaştılar, öyle bir bağ ki sevgiden muhabbetten ve fedakarlıktan kaynaklanmaktaydı. Resulullah, Hz. Hatice (a.s) hayatta olduğu müddet zarfında başka bir hanımla evlenmediler hatta o değerli hanımın dünyadan gitmesinden sonra dahi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onu unutmadılar. Aişe: "Bir gün sinirlenerek bağırdım; Hatice! Hatice!" Hazret buyurdu: "Hatice'nin sevgisi benim canımla kaynaşmıştır." "Allah'a yeminler olsun ki öyle değildir. Allah (c.c) ondan daha hayırlısını, onun yerine atamamıştır. Hatice, milletin benim risaletimi inkar ettikleri bir zamanda bana yöneldi. Başkalarının beni yalanladığı bir zaman o bana gerçek bir şekilde iman getirdi. Başkalarının bana yardımı kestikleri bir zamanda, o tüm varlığını ayaklarımın altına serdi, yüce Allah tüm hanımlarımın arasından sadece Hatice'den bana çocuk ihsan etti." Hz. Muhammed (s.a.a)'in çocuk yaştan itibaren zorluklar ve mahrumiyetlerle yoğrulmuş olan hayatı, Hz. Hatice (a.s) ile evlenmesiyle az da olsa bir rahatlık ve kolaylık sağladı. Hz. Muhammed (s.a.a) bu samimi ve sevgi dolu hanımın yanında mutluluğa kavuştu. Çocukluk yaşından itibaren, anne-baba sevgi ve muhabbetinden yoksunluğunu az da olsa Hz. Hatice (a.s) yanında telafi etti. Gün geçtikçe peygamberlik alametleri Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in hayatında cilvelenmeye başladı ve peygamberlik eseri, mübarek çehrelerinde belli olmaya başlamıştı. Hz. Muhammed (s.a.a) tam bir gönül rahatlığı içerisinde ihtiyaçlarını gidermekle ve yaşantısına canlılık katma çabası içerisindeydi. Bu konuda (geçici bir müddet içinde olsa Hira mağarasına) gitmekte ve tek başına ibadetle meşgul olmaktaydı. Her yılın bir ayını, her şeyden alakasını keserek tüm dikkatiyle sadece yüce Allah (c.c)'a yönelmekle geçirmekteydi. Hira mağarasında tefekkür ve münacatla günler geçmekteydi, bu yolla "cahiliyyet" ortamından ve onun çeşitli pisliklerinden kendisini kenara çekmekteydi. Kendisini temiz ve ruhani bir havayla donatıp baştan ayağa Allah'ın lütuf ve inayetiyle dolu bir ortama yönelmekteydi ki, Allah'ın yüce yükünü, Allah risaletini taşıyabilme kudretini sağlayabilsin. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in mübarek yaşları kırka ulaşana kadar, bu kendini yetiştirme programı devam etti. Kırk yaşındayken "Vahiy" nuru o hazretin kalbinde ve canında parladı. Allah'la irtibatı sağlayan son peygamberlik "Oku Rabbi'nin adıyla bütün mahlukatı yarattı" cümleleriyle başladı. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in toplumsal şahsiyeti peygamberliğe seçilmeden 15-20 yıl önce, en güzel bir biçimde şekillenmişti. Yavaş-yavaş nakledilen müddet dahilinde güzel ahlakta, yücelikte, güzel davranışta ve doğrulukta meşhur oldu. Bu sıfatlar, o hazretin vücudunda öyle kuvvetli bir şekilde gelişmişti ki, o hazretin diğer insanlardan avantajlı olmasını sağlamıştı. Hz. Muhammed (s.a.a)'in, çok güçlü bir toplumsal şahsiyeti olduğunu gösteren olay, Kabe'nin tamir ve restore edilme meselesinde görülmekteydi. Kabe sele uğramasından dolayı ve ondan önce ise bir yangın sonucu oldukça büyük hasar görmüştü. Kureyş'in ileri gelenleri, Kabe'yi onarma kararı aldılar "Velid b. Muğeyre" Kureyş taifesinden bir grup insanla onarıma koyuldular. İlk olarak "Cidde" limanında karaya oturan bir geminin tahtalarını almak amacıyla anlaşmaya vardılar, sonra o tahtaları tavan yapmak amacıyla hazırladılar. "Said b. Asın" hizmetçisi "Begüm" ve Mekke şehrinin marangozu, kendi sanatlarından istifade ederek Velid b. Muğeyre'ye ve diğerlerine Kabe'nin onarımında yardım etmekteydiler. Bu önemli işe, tüm Kureyş kabilesi şirket etmişti. Kâbe'nin duvarları şekil alıp yükselince, bir yere yetişti ki "Haceru'l Esved"i yerine bırakma zamanı gelmişti. Kim Haceru'l Esved'i yerine bırakacak diye Kureyş kabilesi arasında ihtilaf meydana geldi. Zira her grup ilk gelen şahısın vereceği hükümle hükmedelim diye birinin gelmesini beklemeye koyuldular ki önereceği tedbirle bu çelişkiyi halletsin. Bir anda Resul-i Ekrem (s.a.a)'in mübarek nurlu yüzü görüldü. Birini bekleyen cemaat o hazreti gördüğü zaman, hep bir ağızdan: "O doğru sözlü ve emin birisidir." diye bağırdılar "biz onun hakemliğine razıyız... Bu Hz. Muhammed (s.a.a)'dir..." O Hazret yaklaşıp da olaydan haberdar olunca, şöyle buyurdu: "Bir eba hazırlayın" ebayı getirdiklerinde o hazret ebayı yere serip "Heceru'l Esved'i" onun üzerine bıraktıktan sonra, şöyle buyurdu: "Her gruptan bir kişi ebanın ucundan tutarak Haceru'l Esved'i kaldırsın, hep birlikte taşı kaldırıp bırakılacağı yere kadar taşıdılar. O esnada Hz. Muhammed (s.a.a) kendi elleriyle Hacer-ül Esved'i yerine bıraktı. 8- "Helf-ul Fuzul" Antlaşması Hatırlatmak gerekmektedir ki Hz. Muhammed (s.a.a) Arap kabileleri arasında çıkmış ve üzücü bir savaş olan "Harb'ul Ficar" için yapılmış olan "Helf'ul Fuzul" antlaşmasına katılmıştı. Arap kabile reisleri hep birlikte zulümle mücadele etmeye yemin etmişlerdi. Bu yeminleşme, öyle bir zamanda gerçekleşmişti ki "Harb'ul Ficar"in iki savaşan tarafları zalim ve başkalarının hakkına tecavüz edenlerin başını ezip ve hep birlikte mazlum ve hakkı himaye edip, korumak konusunda kesin bir karara vardılar. B-HZ.MUHAMMED(s.a.a)PEYGAMBERLİKTEN SONRA
1- Peygamberliğin Başlaması:Araştırma ve incelemelerden şu sonuca varmaktayız ki Resul-u Ekrem (s.a.a)'in peygamberliği ani bir şekilde olmamıştır. Zira Hz. Muhammed (s.a.a)'in yaşantısı, Yüce Allah (c.c)'ın inayet ve kontrolü altında gerçekleşmişti. O hazret yaşamının başından itibaren Allah'ın özel bir alakasına mazhar olmuştu. Yüce Allah o hazretin şahsiyetini, kendi isteği doğrultusunda şekillendirmişti. Bu hakikati Hz. Ali (a.s) ise hadislerinde buyurmuşlardır. Allah (c.c)'ın kayıptan gelen yardımlarıyla ki o hazreti "Hira mağarasında" tefekkür ve duaya sevketmişti. O hazret Hira mağarasında dışarının ve toplumun günlük ihtiyacını gidermek için bağırıp çağırmalarından uzak bir şekilde, tefekküre dalmaktaydı ve Allah'ıyla razu niyaz etmekteydi. En güzel ibadet sayılan yalnızlığa, tefekküre, münacata duyulan bunca alaka ve istek dahi Allah'ın inayet ve eserlerine en güzel örnektir. Hz. Muhammed (s.a.a) Ramazan ayının akşamlarını dahi hira da geçirmekteydi, yavaş-yavaş tanınır bir ses o hazretin kulaklarını okşamaya başladı, bazı zamanlar nur ve ışıklık görmekteydi. "Gerçek bir Rüya" gibi, sabah şafağı gibi onun dikkatini çekmekteydi. 2- Risalet Sahibinin Daveti Hz. Muhammed (s.a.a) "Risalet" görevini, alemlerin saadet meşalesini almış bir halde, eve döndü. İster istemez "Vahyin" vermiş olduğu heybet ve Cebrail'i görmekle meydana gelen azametli durumun tesiri ki bir anda meydana gelmişti ve mübarek vücutlarına önemli tesir bırakmıştır. 3- Vahyin Sohbet Ettiği Konular "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakimdir. İşte böylece sana da emrimizle Kur'an-ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin, fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin." Kur'an'dan ve Peygamber (s.a.a) ve Masum imamların belirtmiş olduklarından, anlaşıldığı kadar vahyin aşağıdaki çeşitli kısımlara ayrıldığı anlaşılmaktadır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vasıtasız bir şekilde, Hakkı, Yüce Allah (c.c)'ın dergahından almaktaydı. Vahyi direk olarak almak, en zor vahiy şeklidir. Vahyi alanı tesir altında bırakmak, azamet ve ehemmiyet yönünden daha önemli bir yol yoktur. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in eğitici yaşamına dikkat edecek olursak, vahyin direk olarak alındığı bir zamanda o hazret ata binmiş durumdaydılar ki, vahy inince at o azamete tahammül edemediği için yüz üstü yere kapanmıştı. Diğer bir örnek olarak, kış mevsiminin soğuk bir gününde olmasına rağmen vahyin direk olarak indiği bir zaman, o hazretin mübarek anlı terler içerisinde kalmıştı. b) Vahyin Vasıta Yoluyla Alınması c) Gerçek Rüyalar Yoluyla Gelen Vahiyler d) Vahyin "Ruh" Vasıtasıyla Alınması Bu konuda Ebu Basir'den rivayet olmuştur ki şöyle buyurmakta: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Peygamberliğe seçildikten sonra, ilk olarak erkeklerden Hz. Ali (a.s)'ı peygamberliğin kabul etmesi için davet etti, öyle ki Hz. Ali (a.s) küçük, günahsız bir çocuktu. Terbiyette, dürüstlükte o hazretin yolunu takip etmekteydi... Hz. Ali (a.s) o hazretin davetini kabul etmeye hazır durumdaydı onun peygamberliğini kabul ederek, kendi ruhunu, davet ruhuyla kaynaştırdı. Ondan sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) hanımı Hz. Hatice'yi İslam'a davet etti. O şahsiyetli hanım da İslam'ı kabul ederek Hz. Muhammed (s.a.a)'in peygamberliğine imanını izhar etti. Böylece takvalı bir toplumun tohumu, yeryüzünde şekillenmeye başlayarak, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in aile çevresinde merkezleşmeye başladı. Hz. Muhammed (s.a.a) yavaş-yavaş davetini kabul edeceğini ihtimal vermiş olduğu şahısları, dine davet etmeye başladı. Böylece müminlerin sayısı kırk kişiye ulaştı, iman getirenlerin çoğunluğu gençler ve toplumun çeşitli tabakalarından olan şahsılardı, onların arasında fakir, zengin, tanınmış asil şahıslar, tanınmamış orta halli insanlar vb... göze çarpmaktaydı. Onlar her şeyden önce Kur'an ve şeriatın hükümlerini "kanunlarını" öğrenmekteydiler ve gizli yerlerde (Muhaliflerin gözlerinden uzak yerlerde) namaz kılmakla meşgul olmaktaydılar, her kim Müslümanların safına katılacak olsaydı, Resul-i Ekrem (s.a.a)'ın seçmiş olduğu Müslümanlar tarafından dinin hükümlerini "emirlerini" ve hakkın nişanelerini onlardan öğrenmekteydiler. Her geçen gün Müslümanların sayısı çoğalmaktaydı. Düşmanların artık Müslümanları tanımalarından korkulmaktaydı, bu yüzden "Erpem Mehzumi"nin evini dinin kaide ve kanunlarına göre, akidevi merkezleri durumuna getirdiler. Bundan sonra devamlı olarak orada toplanmaya, dini ve ahkamı öğrenmeye başladılar, orada namaz kılmaktaydılar, Allah (c.c)'ın ayetleri hakkında tefekküre dalmaktaydılar, "Nefs" ve "Tabiat" kitabını okumakta ve Allah (c.c)'ın yaratmış oldukları hakkında tefekkür ederek fikir ve akaid temellerini güçlendirmekteydiler. İmanlarını takviye etmekteydiler, kendilerini pratik olarak yetiştirmekle birlikte, Allah (c.c)'ın emirlerine itaat etmeyi, akide ve imanlarını nasıl korumaları gerektiğini öğrenmekteydiler. Ayrıca düşmanların eziyet ve işkenceleri karşısında nasıl tahammül etmeleri gerektiğini öğrenmekteydiler. Üç yıl Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'ın davetinden geçtikten sonra, Yüce Allah, o hazretin toplumun münasip durumlarından faydalanıp milleti davet etmesi için izin verdi: Hazret bu emri alınca, kırk erkek akrabasını ziyafete davet etti, sohbete başlayacağı anda o hazretin amcası "Abdulmuttalib" oğlu "Ebdül Uzza" ki "Ebu Leheb" olarak meşhur idi, O Hazretin sohbetini keserek vazifesini yerine getirmesini engelledi. "Ey Abdulmuttalib oğulları: Yüce Allah (c.c) beni seçerek tüm halkı O'nun dinine davet etmem için görevlendirmiştir. Siz akrabalarıma ise, ayrıcalık tanıyarak şöyle buyurmuştur: Önce kendi akrabalarını (Allah'tan) korkut. Ben Allah (c.c)'ın bu emrini yerine getirerek, sizleri dilde zikretmesi kolay, amel ve ölçüde ağır olan iki kelimeye davet ediyorum, iki kelime ki onun vasıtasıyla Arap ve acemin (Arap olmayanlar) üzerinde ihtiyar sahibi olacaksınız ve o iki kelimeden istifade etmek suretiyle tüm ümmetleri kendi komutanız altına alacaksınız, o iki kelime yardımıyla cennete girip, Allah (c.c)'ın kahreden ateşinden kurtulacaksınız. O iki kelime şundan ibarettir: Allah (c.c)'ın birliğine ve beni (Hz. Muhammed (s.a.a)'in) O'nun, seçmiş ve göndermiş olduğuna şehadet etmenizdir. Kim benim davetimi kabul edecek olursa ve bana, onu yaymada, kuvvetlendirmede yardım edecek olursa, benim kardeşim, vasim, yardımcım, varisim ve benden sonra benim yerime geçecektir..." "Vazifeni takip et, Allah (c.c)'a yeminler olsun, her zaman seni kendi himayemde saklayacağım ve bir an bile, seni koruyup gözetmekten gaflet etmeyeceğim." O esnada "Ali b. Ebu Talip" (orada bulunanların tümünden küçük idi) yerinden kalkarak yüksek bir sesle: "Ey Allah'ın Peygamberi ben, davetinde sana yardım edeceğim." Allah'ın Resulü (s.a.a) ona oturmasını emrettiler. Peygamber (s.a.a) konuşmasını defalarca tekrar etti, Hz. Ali (a.s)'dan başka hiç kimse onu kabul etmedi. Her defasında kabilesini kendi dinine davet ederken sadece Hz. Ali (a.s)'ın sesi yükselmekteydi ve sadece o Resul-i Ekrem (s.a.a)'den yana olduğunu ve ona yardım edeceğini kesin bir şekilde feryat etmekteydi. Hz. Ali (a.s)'dan başka hiçbir kimse O Hazretin davetini kabul etmeyince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) O'na hitaben: 6- Umumi Davet Zira o zaman Arapların, geleneksel adetleri, milleti önemli bir iş için, bir araya toplamak istedikleri zaman kullandıkları yoldu. Kureyş halkı Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in etrafında toplanarak: "Sana ne oldu?!" diye sordular. O hazret cevaben şöyle buyurdu: "Böyle olduğu için ben sizi önünüzde olan zorlu azaptan korkutmaktayım. Ey Abdulmuttalib, Abdulmenaf, Zöhre ve... çocukları, cehennem ateşinden kendinizi koruyunuz. Ben her ne kadar (sizin dert yoldaşınız olsam da) Allah dergahında sizin için, elimden bir şey gelmez. Benimle sizin haliniz, düşmanın varlığından haberdar olmuş, acele bir şekilde giderek düşmandan önce, onların hamlesini ailelerine haber vermek ve düşmanı önlemek için önlem almalarını sağlamak isteyen adama benzemektedir." Bu esnada Ebu Leheb O Hazretin sohbetinin arasına girerek: "Yazıklar olsun sana; bizleri bunun için mi topladın buraya?" Yüce Allah (c.c) Ebu Leheb hakkında sure nazil ederek şöyle buyurdu: Elbette o hazretin umumi daveti, faydasız değildi, zira İslam'ın daha bir yayılmasına ve bir çok insanın dine yönelmesine sebep olup bir çok insanın "LA İLAHE İLLALLAH" bayrağı altında toplanmasını sağladı. Bunlarla birlikte Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in umumi daveti, Müslümanlarla düşmanları arasında olan ihtilafı ve mücadeleyi daha da fazlalaştırdı ve İslam'ın imanlı ve heyecanlı gençlerinin, küfrün reisleriyle kavga ve yaka paça olmalarına sebep oldu. 7- Mücadelelerin Açık Bir Şekilde Başlanması Davetin ilk anlarında Kureyşliler Resul-i Ekrem (s.a.a)'i diğer reis ve rehberler gibi, gelip geçici olarak tasavvur etmekteydiler. Önemli bir tesir bırakacağını tasavvur bile etmiyorlardı ve Peygamber (s.a.a)'den sonra, millet tekrar ata ve babalarının dinlerine (putperestliğe) döneceklerini zannetmekteydiler. Ama taze davet alevleri toplumu sarıp, yükselmeye başlayıp, git gide çoğalmaya başlayınca ve muhalif kuvvetler gözle gözükür bir şekilde üstün gelmeye başlayıp ve tüm milletin kabul ettiği bir duruma gelince, putları ve puta tapma meselesi tehlikede görülmeye başlamıştı. Fıtri ve doğal ihtiyaçlara cevap verebilmek için tek olan Allah (c.c)'a tapmaya davet edilen, Allah (c.c)'in dinine girmeyenlerin ve bir olan Allah (c.c)'a inanmayanların durumları, putlar gibi vahim ve hüzünlü olacak akıbetlerine işaret edilir. Durum böyle iken, Kureyşliler tehlikeyi tüm vücutlarıyla hissettiler ve bundan sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) ve ilahi davetiyle olan düşmanlıklarını açık bir şekilde başlattılar. Bu düşmanlıklar, ilk etapta antlaşma, uzlaşma havasında idi. Putperestler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'i şahsiyet yönünden çökertmek istiyorlardı, böylece onun siyasi ve toplumsal yönden çökmesine sebep olmak istiyorlardı. Bu yüzden ona, yalancı nisbetini verdiler, o hazretten manasız, anlamsız mucizeler istemekteydiler. Onlar, "Sefa" ve "Merve" dağlarını altına dönüştürerek onlara vermesini, bazen Zemzem suyundan daha güzel bir su çıkarmasını istemekteydiler. Yada dağları harekete geçirmesini, onların yerlerini değiştirmesini veya ölüleri diriltmesini vb... istemekteydiler. Bu güldürücü yöntemle, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile karşı karşıya mücadele etmeleri, o hazreti yolundan alıkoymadığı gibi, bilakis putperestlerin hırslarının daha da alevlenmesine sebep oldu. Putperestler, bu kez yeni bir hileye baş vurdular: O hazretin hakkında yalan haberler ve iftiralar yaymaya başladılar. Örneğin yalancıdır, sihirbazdır, şairdir. Bu gibi iftiraları büyük bir kesime ulaştırdılar, bunlara ilaveten o hazretle olan tüm irtibatları kestiler. İş öyle bir hadde ulaştı ki, her yerde; Habeşe'de, Medine'de vb... yerlerde, Mekke halkı Muhammed (s.a.a)'i kendilerinden uzaklaştırmışlar diye yayıldı! Resul-i Ekrem (s.a.a)'in aleyhine o zamanın yöntemlerinden istifade ederek yalan ve iftira haberleri yaymaya devam ederek, putperestler bir gün "Velid b. Muğeyre"nin (Arab'ın tanınmış, akıllı siyasi adamlarından biri idi ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'i ve nübüvvetini küçük düşürüp, maskara bir hale düşürmek isteyenlerin başında gelmekteydi) başına toplanıp şöyle söylediler: "Muhammed'in sözleri nedir? Acaba şiir midir, hitabe midir, sihir midir... Sonuçta bunun sözü nedir?" Velid: "Bırakın, onun sohbetlerini işiteyim." Sonra, Mekke'de Hecer'ül Esved taşının yanında Kur'an okumakla meşgul olan Hz. Muhammed (s.a.a)'in yanına gelerek: "Ey Muhammed (s.a.a) şiirlerinden biraz bana oku!" dedi. Velid: "Ondan -her ne olursa olsun- bir şeyler bana oku!" Kureyş, Velid'in Peygamber (s.a.a)'a müracaat etmesinden ümitlerini kestikleri için, Ebu Cehlin yanına giderek şöyle söylediler: "Ey Ebul Hükm" Abdulşemsin babası Muhammed (s.a.a)'ın dinine girdiğini zannediyorum, zira görmüyor musun bizim yanımıza dönmedi? Ebu Cehl, Velid'in evine giderek şöyle söyledi: "Değerli Amcacığım Muhammed (s.a.a)'in dinine girerek bizleri rüsva ettin. Utanç ve üzüntüden başlarımız aşağıya düştü, düşmanlarımızı sevindirdin!" Velid cevap olarak: "Ben Muhammed (s.a.a)'ın dinine iman getirmedim, ama ondan bedenleri titreten acayip sözler işittim." Velid: "Asla! Ben Arab'ın şiirini ve onun çeşit-çeşit kafiye ve veznini az çok bilirim. Öyleyse Muhammed (s.a.a)'in sözleri şiir değildir." Velid: "Bırakın biraz düşüneyim." Ertesi gün Kureyşliler yine Velid'in etrafına toplanarak: "Ey Abduş Şemsin babası, bizim cevabımız ne oldu?" "Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adamı) bana bırak; Ki ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet) verdim. Göz önünde hazır çocuklar (verdim). Ve önüne sayısız imkan ve fırsatları döşeyip serdim. Sonra, daha da arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, bizim ayetlerimize karşı kesin bir inatçıdır. Onu alabildiğine sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tesbit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: "Bu yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür" dedi. "Bu bir beşer sözünden başkası değildir." Onu ben, cehenneme sürükleyip atacağım. Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin? Ne alı koyar, ne bırakır. Bu gibi yaygara sözleri, her yana yaymakla birlikte başka bir hileyi de uyguladılar. Putperestler, kendi akıllarına göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'i aldatmak istediler. Rüşvet, mal, servet vermek suretiyle, o hazretin yolunu devam ettirmesini engellemek istediler. Bu hedeflerine ulaşabilmek ve Peygamber (s.a.a)'in tepkisini anlamak amacıyla, bir gün "Rebiye" oğlu "Utbeyi" o hazretin yanına gönderdiler ki, o hazretle konuşsun ve o hazretin nabzını yakalamış olsunlar. Utbe, o hazret'in yanına gelerek: "... Ey kardeşimin oğlu! Bunca bağırıp çağırmandan amacın mal ve servete yetişmek ise, kendi servetlerimizden senin için o kadar mal mülk toplarız ki bizlerin en zengini olursun. Bu hareketlerinden amacın mevki ve makama ulaşmak ise, seni kendi başımıza reis olarak kabul edelim ki, sen olmadıkça, senin oyun ve görüşün olmadıkça hiç bir karar almayalım. Saltanat istiyor isen, seni başımızın sultanı seçelim veyahut kendini fitneye düşürmüş veya cin çarpmış ise ve kendini onlardan koruyamıyorsan, seni tedavi ederiz ve gerekirse tüm masraflarını biz karşılarız. Olabilir ki, "Tabe" insanı kontrol altına almış olsun ve tedavi olması gerekmektedir." Utbe'nin sohbeti bitince, Resul-i Ekrem (s.a.a) ona hitaben: "Ey Velid'in babası hurafelerin bitti mi?" |
Yeni yorum ekle