Ehlibeyt İmamlarının Dilinden Tevhit Nedir / İlk Yaratılan Şey Nedir?
Cabir el-Cu'fî şöyle rivayet eder:
Şam ulemasında biri Ebu Cafer’in (İmam Muhammed Bakır aleyhi selâm) yanına gelerek İmam’a size bazı sorularım var, dedi. İnsanlardan üç gruba bu soruyu sordum, ancak her biri bir diğerinden farklı cevaplar verdi, dedi.” Ebu Cafer (aleyhi selâm) sorun nedir? dedi.” Şamlı adam: “Aziz ve celil olan Allah’ın yarattığı ilk şey nedir? Soru sorduğum kişilerden bazıları “Kudret” bazıları “ilim” bazıları da “ruh”dur dedi.” İmam Muhammed Bakır (aleyhi selâm) sana bir şey (meselenin hakikatinin ne olduğunu) söylemediler mi
Ben sana diyorum ki: “Zikri yüce Allah hiçbir şey yokken vardı. Kudret yokken kudret sahibi idi. Çünkü O, kudretten (yaratılmadan) önce vardı. Bu yaratıcının buradaki sözüdür: “Senin kudret (izzet) sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. (Saffat, 180)” yaratılmış olmadan yaratandı. Bütün şeylerin ondan oluştuğu ilk yarattığı şey “su”dur. Soru soran adam dedi ki: “O şeyi bir şeyden mi yarattı yoksa bir şeyden yaratmadı mı?” Buyurdu ki: “Ondan önce olan bir şeyden yaratmadı. Eğer onu bir şeyden yaratmış olsaydı bu durumda onun (zincirleme gelişin) sonu gelmezdi ve sonunda onunla Allah kalırdı. Ama Allah, onunla hiçbir şey olmadan vardı, sonra her şeyin ondan olduğu şeyi yarattı ve o şey “su”dur.”
***
Reyyan bin Salt, Ebu’l Hasan Ali b. Musa er- Rıza’nın (aleyhi selâm) babalarından onlar da Emir’ül Müminin Ali’den (aleyhi selâm) Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) şöyle dediğini rivayet eder:
“Yüce ve ulu Allah şöyle buyurmuştur: “Kim benim kelâmımı kendi reyine göre tefsir ederse bana iman etmemiştir; kim beni mahlûklarıma benzetirse beni tanımamıştır ve kim dinimde kıyasa başvurursa benim dinim üzere değildir.”
***
Süleyman el- Ferra, Ebu’l Hasan Ali b. Musa er-Rıza’nın (aleyhi selâm) babalarından onlar da Emir’ül Müminin Ali’den (aleyhi selâm) Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) şöyle dediğini rivayet eder:
“Tevhid dinin yarısıdır, rızkınızı sadaka vererek kendinize doğru indirin.”
***
Davud b. El- Kasım, Ali b. Musa er- Rıza’nın (aleyhi selâm) şöyle dediğini duyduğunu rivayet eder:
“Kim Allah’ı yaratıklarına benzetirse müşriktir, kim mekânla vasıflandırırsa kâfirdir, kim nehy olunduğu şeyi Ona nispet verirse o yalancıdır.” Sonra şu ayeti okudu: “Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların kendileridir. (Nahl, 105)”
***
Heysem b. Abdullah er- Rummani, Ebu’l Hasan Ali b. Musa er-Rıza’nın (aleyhi selâm) babalarından onlar da Hüseyin b. Ali’nin Emirü’l Mümin’in Ali’nin (aleyhi selâm) Kufe camisinde şöyle bir hutbe okuduğunu rivayet eder:
“Hamd Allah'a mahsustur; ne kendisi bir şeyden olmuş, ne de olan şeyleri bir şeyden oluşturmuştur. Eşyaların sonradan yaratılmışlığını kendi önceliğine tanık kılmıştır, şeylere yerleştirdiği acizliği kudretinin göstergesi yapmıştır, onların fenasını ise kendi bekasına delil kılmıştır. Hiçbir mekân onun dışında değildir ki, onun için neredelik düşünülsün; onun bir benzeri yoktur ki, nitelikle vasfedilsin; hiçbir şey onun ilminden gizli değil ki, bir düşünceyle tanınabilsin. O, tüm özelliklerde bütün yaratıklarından farklıdır. Yaratıklarının zatına yerleştirdiği değişimden dolayı zâtının idrak edilmesi mümkün değildir. Ululuk, azamet ve büyüklüğünden dolayı her türlü değişimin dışındadır. Zeki, Mahir ve keskin anlayış sahiplerinin onu sınırlamaları haramdır; ince ve derin düşünürlerin onu biçimlendirmeleri yasaktır; görüş okyanusunun dalgıçlarının onu tasvir etmeleri de imkânsızdır. Mekânlar, azametinden dolayı onu kapsayamazlar; ölüler, celâlinden dolayı onu ölçemezler; mikyaslar, ululuğundan dolayı onu ölçüp biçemezler; vehimlerin onun künhüne varması, kavrayışların onu kavraması, zihinlerin ona örnek getirmesi imkânsızdır. Yüce akıllar, onun vücudunu kuşatarak keşfetmekten ümitsizdirler. Uçsuz bucaksız ilim deryaları onun künhünün hakikatine işaret etmede kurudurlar. Onun kudretini vasfetmeye kalkışan en zarif düşünceli insanlar, aciz ve zelil bir şekilde geriye dönmüşlerdir. O birdir, ama birliği sayısal değildir; daimidir, ama daimîliği zamansal değildir; kaimdir, ama kaimliği sütunlarla değildir. O cins değildir ki cinsler, onun eşi olabilsinler. O karartı değil ki karartılar ona benzemiş olabilsinler. O eşyalar gibi değil ki bu vesileyle vasıflandırılabilsin. Akıllar, onu idrak etmenin akım dalgalarında sapmışlardır. Düşünceler onun ezelîliğinin niteliğini kavramakta şaşkındırlar. İdrakler onun kudretinin vasfını anlamakta mahsurdur. Zihinler onun melekûtunun engin feleklerinde gark olmuştur. O, bütün nimetlere kadirdir; ululuğuyla güçlüdür; her şeyin sahibidir. Ne devran onu yıpratır, ne zaman onu eksiltir ve ne de vasıf onu kuşatabilir (belirleyebilir). Sabit ve sert varlıklar kökü ve esasında onun için boyun eğmiştir. Sağlam kale ve dağlar, en yüksek zirveye sahip olmalarına rağmen, onun için boyun eğmiş durumdadır. Bütün mahlûkatı kendi rabliğine şahit, onların acizliğini kendi kudretine delil, hâdisliğini kendi kıdemliğine tanık ve zevalini de kendi bekasına gösterge kılmıştır. Varlıklar onun emrinden kaçıp kurtulamaz, onun kuşatma gücünden dışarı çıkamaz, onun saymasından (divan nizamından) kendilerini saklayamaz ve onun kendileri üzerindeki kudretinden kaçınamazlar. Hilkat, nizam ve sağlamlığı bir nişane, tabiat terkipleri bir delâlet, âlemdeki yıpranma ve yok olma kadimliğine bir delil ve sanatının sağlamlığı ve hikmeti ise, ibret olarak yeterlidir. Onun için belirlenmiş bir sınır, örnek verilebilecek bir misil ve ondan saklı tutulmuş hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ örnek verilmekten ve mahlûkların sıfatından çok üstün ve yücedir.
O’nun Rabliğine iman ederek inkârcılarına da karşı çıkarak ondan başka ilâhın olmadığına şehadet ederim. Muhammed’in onun kulu ve resulü olduğuna, onu (Peygamberimizi) en hayırlı yerde karar kıldığına, en değerli soy ve en temiz rahîmlerden naklettiğine, en asil kaynaktan (soydan), en üstün kökten, en değerli soydan peygamberlerini yarattığına ve eminlerini de ondan seçtiği şecereden yarattığına şehadet ederim; öyle şecere ki ağacı tertemiz, sütunu dümdüz, gövdesi yüksek, dalları yemyeşil ve parlak, meyveleri olgunlaşmış ve tatlı, içi ise kerametle doludur. O soy ağacı kerametli bir mekâna ekildi, kutsal haremde yeşerdi, orada yayıldı ve meyve verdi, orada aziz ve güçlü oldu, derken büyüdükçe büyüdü. Öyle bir hadde ulaştı ki, Allah onu Ruh’ul Emin ile (Cebrâil) şereflendirdi. Açık bir nur ve yazılı bir kitapla iftiharlandırdı. Burak’ı onun emrine verdi ve melekler onunla el sıkıştılar. Allah Teâlâ şeytanları onun vesilesiyle korkuttu, putları ve sahte ilâhları onun vesilesiyle yok etti. Onun sünneti rüşt, siyeri adalet, hükmü ise haktır. Rabbinin ona emrettiği şeyi açıkça söyledi ve ulaştırmakla görevli olduğu mesajı iletti. Öyle ki, halkı açıkça tevhide davet etti ve “lâ ilahe illallah, vahdehu lâ şerike leh” (Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir ve şeriki yoktur) şiarını halk arasında yaygınlaştırdı. Öyle ki, vahdaniyeti Allah’a halis kıldı ve rububiyeti onun için sâf etti. Derken Allah Teâlâ tevhidle onun delilini aşikâr etti, İslâm ile onun derecesini yüceltti ve Allah Teâlâ kendi katındaki rahmet ve makamı onun için seçti. Allah’ın peygamberlerine gönderdiği selâm sayısınca ona ve pak Ehl-i Beyt’ine selam olsun.”
***
Cabir b. Yezid el-Cu'fî, Ebu Cafer’den (İmam Muhammed Bakır aleyhi selâm) oda babalarından onlarda Emirü’l Mümin’in Ali’nin (aleyhi selâm) Hz. Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve alih) vefatından yedi gün sonra ve Kur’an’ı toplayıp ondan el çektikten sonra şöyle bir hutbe okuduğunu rivayet eder:
“Zihinleri vücudunun özüne ermekten aciz kılan, akılları örtüp benzerlik ve şekilden zatını tahayyül etmekten alı koyan Allah’a hamd olsun. O’nun zatında farklılık yoktur. Kemalinde sayısal olarak kısımlara ayrılmaz. Eşyadan ayrıdır, ama mekânların farklı farklı olmasından dolayı değil. Onlara hâkimiyeti var, ama onlara karıştığından değil. Onları bilir, ama -ilmin elde edilmesinin onlarsız mümkün olmadığı- araçlarla değil. Onunla bildikleri şeyler arasında O’nun ilminin dışında bir şey yoktur. Eğer O’nun için “vardı” denilse vücudunun ezeli olmasından ve eğer “her zaman vardı” denilse yokluğun nefyi esasına göredir (olmadığı hiçbir zaman yoktur ki). Allah, Allah’tan gayrisine ibadet eden ve O’nun dışında kendisine başka ilâh edinen kimsenin sözünden münezzeh, yüce, ulu ve büyüktür.
Allah’ı yarattıklarının hamdına razı olduğu ve kendi üzerine onu kabul edeceğini farz kıldığı bir şekilde hamdediyoruz. Tek ve şeriki olmayan Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahadet ediyorum. İki şahadet sözleri yükseltir, amelleri iki katına çıkarır, teraziye konulsa ağırlık yapar, onlarla cennet elde edilir, cehennemden kurtulunur, sırat köprüsünden geçilir. Bu iki şahadetle cennete girilir, salâtla rahmete nail olunur. Dolayısıyla peygamber ve Ehl-i Beyti’ne salât edin: “Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin. (Ahzab, 56)”
Ey insanlar! İslâm’dan daha yüce bir şeref, takvadan daha değerli asalet, vereden daha koruyucu bir sığınak, tövbeden daha kazandırıcı bir şefaatçi, ilimden daha faydalı bir hazine, hilimden daha yükseltici bir izzet, edepten daha ulaştırıcı bir hürmet, öfkeden daha aşağılık soy, akıldan daha süslü bir güzellik, yalandan daha kötü bir çirkinlik, suskunluktan daha koruyan bir koruyucu, afiyet ve sağlıktan daha güzel bir elbise ve ölümden daha yakın bir gizlilik yoktur.
Ey insanlar! Yerin üzerinde yürüyen kişi sonunda onun derinliğine doğru yol almakta. (ölüme doğru yol almaktadır) gece ve gündüz ömürleri yıkmak için hızlı bir şekilde hareket etmektedir. Yaşayan her canlının rızkı, her tohumun yiyeni vardır. Sizler ölümün yiyeceklerisiniz. Kuşkusuz kim bu günleri tanırsa hazırlıktan gaflet etmez. Hiçbir zengin malının vesilesiyle ve hiçbir fakir yokluğundan dolayı ölümden kurtulamaz.
Ey insanlar! Kim rabbinden korkarsa zulümden sakınır, kim konuşmalarına dikkat etmezse abuk sabuk konuşmaları ortaya çıkar, kim hayrı şerden ayırt edemezse o kişi aptallık derecesindedir. Yarının (kıyamet günü) büyük yoksunluğunun yanında, bele ve musibetler ne kadar da küçüktür. Heyhat! Heyhat! Onu ancak aranızda olan günahlar ve itaatsizliklerden dolayı inkâr ediyorsunuz. Ne kadar da zahmete nispet rahatlık, nimete nispet şiddetli ağırlık var! Sonunda cennet olan şer, şer; sonunda cehennem olan hayır, hayır değildir. Cennet dışındaki tüm nimetler hakir, cehennem dışındaki tüm belâlar afiyet ve sağlıktır.”
***
Muhammed b. Umeyr şöyle rivayet eder:
Efendim Musa b. Cafer’in (İmam Musa Kazım aleyhi selâm) yanına gittim. Ona ey Allah Resulünün oğlu! Bana tevhidi öğretin, dedim.
Şöyle buyurdu: “Ey Abu Ahmet! Allah Teâlâ’nın kitabında zikrettiği tevhid sınırını aşma yoksa helâk olursun. Bil ki Allah Teâlâ birdir, tektir, ihtiyaçsızdır, çocuğu yoktur ki mirasını alsın, doğmamıştır ki ortağı olsun, kendisine kadın, çocuk ve ortak edinmemiştir. O ölümsüz diridir, aciz bırakılmaz kudretlidir, yenilmez kahredicidir, acele etmeyen halimdir, ölmeyecek ebedidir, fani olmaz bakidir, sonu gelmeyecek sabittir, fakir olmayacak zengindir, zelil olmayacak azizdir, bilgisiz olmayacak bilgindir, zulüm etmeyecek âdildir, cimrilik etmeyecek cömerttir, akıllar O’nu ölçemez, vehimler O’nu kavrayamaz, zamanlar O’nu kapsayamaz, mekânlar O’nu kuşatamaz, “Gözler O’nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır. (En’am, 103)”, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir. (Şura, 11)” “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka o'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. (Mücadele, 7)” O, kendisinden önce bir şeyin olmadığı ilk, kendisinden sonra bir şeyin olmayacağı sondur, O öncesiz (kadim) O’nun haricindekiler ise sonradan yaratılmış mahlûklardır. Yaratıklarının özelliklerinden münezzeh, yüce ve büyüktür.”
***
Ali b. Muhammed b. El- Cehm şöyle rivayet eder:
Me’mun’un meclisine bulunmaktaydım Hz. Ali b. Musa Rıza da (aleyhi selâm) oradaydı. Me’mun İmam’a (aleyhi selâm) şöyle bir soru yöneltti:
“Ey Allah Resulünün oğlu! Siz peygamberlerin masum olduklarını söylemiyor musunuz? İmam (aleyhi selâm) Evet söylüyorum. Sonra Me’mun Kur’an ayetleri hakkında ona birkaç soru sordu. Sorduğu sorulardan bir tanesi de şu oldu: “Bana Aziz ve celil olan Allah’ın İbrahim (aleyhi selâm) hakkında söylediği şu sözünün anlamını söyler misiniz? “Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. (En’am, 76)”
İmam Rıza (aleyhi selâm) şöyle buyurdu: “Hz. İbrahim üç grubun içerisinde yer almıştı: Zühre (Venüs) yıldızına tapanlar, aya tapanlar ve güneşe tapanlar. Bu olay, onu sakladıkları yerden çıktığı zaman gerçekleşti. Gece olup karanlık onu sarınca Zühre yıldızını görerek inkâr ve imtihan etmek için “Bu benim rabbim midir?” Dedi. Fakat yıldız kaybolunca “Ben kaybolup gidenleri sevmem” dedi. Çünkü kaybolmak, sonradan oluşmuş yaratıkların özelliğidir; ezeli ve ebedi olanın özelliği değil. Yine, ayı (etrafa aydınlık saçarken) gördüğünde, imtihan etme amacıyla “Bu benim rabbim midir?” demiş, fakat o da kayboluverince şöyle demişti: “Eğer rabbim beni doğru yola eriştirmezse sapmışlar topluluğundan olurum.” Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce ihbar ve ikrar üzere değil, sadece inkâr ve imtihan vechiyle: “Bu benim rabbim midir? Üstelik bu, aydan ve Zühre yıldızından daha büyüktür!” dedi. Ama o da kayboluverince yıldız, ay ve güneşe tapan üç gruba dönerek şöyle dedi: “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim; ben, şirk koşanlardan değilim. (En’am, 78-79)”
İbrahim (aleyhi selâm) bu sözleriyle, onlara dinlerinin bâtıl olduğunu açıklamak, Zühre, ay ve güneş gibi şeylere ibadet etmenin doğru olmadığını ve ibadetin sadece gökleri ve yeri yaratana has olduğunu ispatlamak istedi. İbrahim’in (aleyhi selâm) kendi kavmine getirdiği deliller Allah Teâlâ’nın ona ilham ettiği şeylerdendi. Nitekim Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdir. (En’am, 83)”
Me’mun: “Allah sana başarı versin, ey Allah resulünün evlâdı!” dedi.
***
İkrime şöyle rivayet eder:
İbn Abbas insanlara konuşma yaptığı bir sırada ansızın Nafi b. El-Ezrak ayağa kalkarak şöyle söyledi: “Ey İbn Abbas! Karınca ve bit hakkında bize bir şeyler anlat ve ibadet ettiğin Allah’ını bize vasfet. İbn Abbas Aziz ve celil olan Allah’ın azameti karşısında başını eğerek sustu. Bir kenarda oturmuş olan İmam Hüseyin (aleyhi selâm) ey Ezrak’ın oğlu! Yanıma gel, dedi. Nafi b. Ezrak size bir şey sormadım, dedi.” İbn Abbas ona yönelerek “Ey Ezrak’ın oğlu! Hakikaten O Peygamberin ev halkıdır. Onlardır ilmin varisleri, dedi.” Bunun üzerine Nafi b. Ezrak imam Hüseyin’in (aleyhi selâm) yanına gitti. İmam Hüseyin (aleyhi selâm) şöyle buyurdu:
“Ey Nafi! Kim dinini kıyas üzere bina ederse devamlı olarak ikilemde kalır, doğru yoldan sapmış eğri yola yönelmiştir; konuşur, ama güzel konuşmaz. Ey Ezrak’ın oğlu! Allah’ımı kendisinin vasfettiği gibi vasfediyor, kendisinin kendisini tanıttığı gibi tanıtıyorum. Duyu organlarıyla algılanmaz, insanlarla kıyas edilmezdir. O yakındır, ama yapışık olarak değil; uzaktır, ama ayrı olarak değil; cüz cüz olmayan tektir; işaretlerle tanınır, alâmetlerle vasfedilir, Ondan başka ilâh yoktur, büyük ve yücedir.”[1]
Yeni yorum ekle