14. Bölüm

14. Bölüm

 

Yaratıldığım ilk gündendir seni bekliyorum.

Allah Azze ve Celle beni, yeri, güneşi, ayı ve gezegenleri yaratırken:

“Sizi beş kulumun yüzü suyu hürmetine yaratıyorum.” dedi.

“Onların en başta geleni de babasıyla Zehra’dır.”

“Bunlar olmasaydı, hiçbir şeyi yaratmaz, yokluğa varlık libasını giydirmezdim.”

“Bu beşi olmasaydı, yaratılışın bir anlamı olmazdı ki...”

“Bu beşi Fatıma’yla babası, Fatıma’yla eşi ve Fatıma’yla oğullarıdır.”

Sadece ben değil; yer de, güneşle ay da, yıldızlar ve gezegenler de seni bekleyip durduk hep.

Allah indinde bunca aziz olan şu Fatıma kim?! Allah’ın gazap ve rızası bile onun gazap ve rızasına bağlı olan şu Fatıma kim?! diye merak ve iştiyakla seni bekleyip durduk hep.

Adem, Allah’a yakınlık cennetinden ayrılık ve hicran yurduna indirilince sizler onun yegane kurtuluş vesilesi oldunuz. Mübarek adlarınız, onun andının Esma-i Hüsna’sı odlu. İşte o zaman sizin Allah indinde ne denli yüce bir makama sahip olduğunuzu anladık, varlığınızın ne denli etkili olduğunu sezdik.

O dehşetli fırtınada Nuh’un, sizin adınızı anmasıyla Allah-u Zü’l-Celâl’in sizin yüzünüzün suyu hürmetine onun gemisini sağ salim karaya oturtunca hepimiz; “Bu isimlerde büyük bir sır var, yaratılış âleminin büyüklüğünce büyük hem de!” dedik.

Neydi bu sır?!...

Binler, yüzler yıl geçti; aylar ayları, günler günleri kovaladı seni beklerken... Bu ağır bekleyiş sırasında tuhaf, ama pek yerinde bir soru oluşmaya başladı, bütün varlık âleminin zerrelerinin zihninde:

Bu büyüklüğü, bu yüceliği, bu azizliği ve Allah’a bunca yakınlığıyla Fatıma yeryüzüne ayak basınca ne olacak acaba?!

Nasıl bir fırtına kopacak?!

Ne gibi bir mucize vuku bulacak?!

İnsanlar ona nasıl davranacak?!...

Küçük bir mesele değildi bu. Çünkü insanlar öteden beri elle tutulur, gözle görülür bir tanrı armadalardı yeryüzünde.

Nitekim kendi elleriyle yaptıkları putlara da tanrı ve ilâh olarak değil, Tanrı’nın temsilcisi ve yeryüzündeki tezahürü olarak tapınmadaydılar. Onların, kendileriyle Tanrı arasında bir vasıta olmasını istiyorlardı öteden beri.

Tanrı’ya söylemek istediklerini bu putlara söylüyor, O’ndan istediklerini putlara anlatıyorlardı; bereket, af, yağmur... vs. istiyorlardı.

Putlar, bu istekleri Allah’a ulaştıracak vasıtalarıydı onların. Putlar, bu ihtiyacın sahte karşılayıcısıydı, cahil zanlarında. Bu yüzden Allah, bu ihtiyacın gerçek karşılayıcısı olabilecek kullar yaratmak istedi. Onlar elle tutulan,

gözle görülebilen “örnekler” olacaktı. Meselâ, sevgi elle tutulur, gözle görülür olacaktı böylece. Lütuf, ihsan, bağış, büyüklük... vb. en mükemmel insanî hasletler bu örneklerde bir araya getirilmiş olacaktı. İnsanlar, Tanrı’yla kendileri arasında bir vasıta bulabileceklerdi böylece... Onları Allah’a götüren, insan üstü, Tanrı altı örnek kullar...

Ve sen ey Fatıma; baban, kocan ve oğullarınla böyle bir “örnek”tin işte. Bu yüzdendir ki senin için şöyle buyrulmuştu:

“Fatıma’nın öyle bir celâl, ceberut ve azameti vardır ki, ondan yücesi Allah’tan -celle celâluh- başkasında bulunmaz. Yine o, Allah’tan başkasının daha yücesine sahip olmadığı bir kerem, bağış ve lütfe sahiptir.”

Evet... Bu nedenledir ki, bunca heyecanla sizi beklemekte ve insanların size nasıl davranacağını merak etmekte haklıydık biz...

Baban, dünyaya gelişiyle yeryüzünü nura boğduğunda ben bütün dikkatimle onu izlemeye başlamıştım.

Ne zaman güneş latif vücudunu rahatsız edecek olsa, hemen bir bulutla gölge ederdim ona. Ne zaman soğuktan rahatsız olsa, hemen güneşin ısısını artırırdım. Ne zaman geceleri yola çıkacak olsa, mehtabı ayakları altına serer, yıldızları yere yaklaştırırdım iyice... O mübarek ayaklar sakın bir taşa takılıvermesin diye...

Ve... İnsanların ona lâyıkıyla davranmadığını, o yüce makamı bir yana, içlerinden herhangi birine gösterdikleri kadar bile ona hürmet göstermediklerini, onu yalanlayıp taşladıklarını görünce gözlerime inanamadım... Sıradan herhangi bir insanı yalanlamaz, alay konusu etmez, delilik veya sihirbazlıkla suçlamazlar iken, ona bütün bunları yaptılar şu insanlar...

Sihirbaz dediler, mecnun dediler, şair dediler... Düşmanlık ettiler ona, hatta onunla savaştılar... Kin ve nefret küllerini savurdular onun mübarek başına... Dişini kırdılar, alnını yaraladılar, Ebu Talip Vadisi’ne kovup orada ambargo uyguladılar ona...

Ve ben... Gök denilen ben... Bütün bunları gördükçe kahroldum... Cansız olduğum hâlde ölmeyi arzuladım. Yaratılışın gayesi, iki cihan serveri, “Sen olmasan gökleri yaratmazdım.” sözünün muhatabı, insan-ı kâmil, akl-ı küll ve en güzel ahlâkın timsaline reva görülmedeydi bütün bunlar...

Ve... Ondan sonra da size reva görüldü bütün bunlar...

Size... Allah’ın “habibim” dediği Resulullah’ın “ciğerpârem” dediğine...

“Andoslun zamana, insanoğlu zarardadır...”

Bense, insanların sizi başlarına taç edeceklerini, gözleri gibi koruyacaklarını, önünüzde saygıyla eğileceklerini, kalplerini sizin sevginizle dolduracaklarını, ayağınızın tozunu sürme gibi gözlerine süreceklerini, vereceğiniz her emri anında yerine getirmek için can atacaklarını sanmıştım halbuki...

Sanmıştım ki, herkes sizi memnun etmeye çalışacak, insanlar sizin hayır duanızı alabilmek için yarışacak...

Cebrail’in bineğinin ayağındaki tozu alan bir insanın yaratılışa nasıl müdahaleye çalıştığını daha önce görüp bu tür olaylara çokça şahit bulunduğumdan; insanların sizin ayağınızın tozuyla kanatlanıp yerden kesileceklerini ve beni aşıp miraca yükseleceklerini sanmıştım ilkin...

Oysa ki...

“Andolsun zamana, insanoğlu zarardadır...”

“Ne de nankördür şu insan...”

“Ve cahil mi cahil...”

Şu insanların arayıp durdukları şey neydi ki, sizde bulamadılar?! Neydi aramaya değer olup da sizde varolmayan?! Dünya mı?! Sizde vardı. Ahiret mi?! Sizdeydi. Dünya ve ahiret saadeti mi?! O zaten sizdiniz! İlim sizde, marifet sizde, bilginin en hası sizde değil miydi?! Hatta dünyanın parası pulu, mevkii makamı, ünü şöhreti de sizin ellerinize ram edilmiş değil miydi?!

Niçin isyan ettiler yine de?! Niçin cefa ettiler onca size?! Neden baş eğmediler emrinize?! Nereye gitmek istiyordu şu insanlar?! Ne yapmak istiyorlardı sahi?!

Ebu Cehil’le Ebu Lehep de Ebuzer gibi olsaydı, ne olurdu sanki?!

Niçin Ebu Bekir de bir Ebuzer veya Selman olamadı?! Halbuki ben ve bütün bir kâinat, sırf size itaat ettiği için Selman’a hizmetle görevlendirildik. Diğerleri de onu izlese, onun yaptığı gibi size saygı ve sevgi gösterseydi, pek iyi olmaz mıydı?! Onun gibi olamadılar diyelim; ya düşmanlıklarına ne buyrulur?! Düşman olmasalardı bari...

Onca eza ve cefada bulunmasalardı hiç olmazsa... Onca alçalmasalardı... Medine’nin seması olduğum için yaratılışın ta başından beri sevincinden kabuğuna sığmayan ben, gördüğüm bu hadisler karşısında öylesine hiddete kapıldım ki, can kulağı olanlar, öfkemi duydular; can gözü olanlar, gözyaşlarımı gördüler. Kâh ağladım, kâh hasret çektim, kâh öfkelendim, kâh inledim, kâh gürledim, kâh hayretten küçük dilimi yutarak sustum... Bir susuş ki... Bunca faciaya tanık olacağımı nereden bilebilirdim ki?!

Senin evin... Kur’an’ın, Resul’ün, Cebrail’in kardeşinin... Kurtuluş evi olan o evin kapısı ateşe verilince tandır gibi tutuşup yandım ben.

Senin kaburgalarınla birlikte kaburgalarım kırıldı benim ve çatırtısı arşı inletti haykırışımın...

Sen acıyla kıvranarak Fizze’ye seslenirken insaniyet denilen mahluk, daha dünyaya gelmeden düşük yaptı bebeğini...

Kapıdaki o kanlı çivileri görünce kendimi yerde buldum... Utancımdan erimiş, yağmur sularıyla birlikte toprağın derinliklerine dalıp yitmiş, alıp gitmiştim başımı...

Kollarına inen kamçıları görüp de mosmor olmamam mümkün müydü benim?!

Sana ait bir mülkün gasp edildiğini gördüğümde hayretten küçük dilimi yuttum; suskunluğum mezarlıkları ürküttü yeryüzünde... Yaşadığıma hayıflandım bunca çaresizliğim ve zorunlu tanıklığımla şu insanoğlu denilen mahlukun cehli ve küfrü karşısında...

Senin suratına tokat indiğinde gözümü kan bürüdü... Ne yapabilirdim ama, ağlamaktan gayrı sessizce?!...

İhanet ve küstahlık senin kapını çalınca çıkmaza girdim ben...

Sen Muhsin’ini düşürünce, insanlara beslediğim bütün ümitlerimi bir anda yere çaldım ben de... Bin parça oldu ağlamaktan çanağa dönen gözlerimin önünde.

Ah... Ali dün gece senin cansız bedenini yıkayıp gusül verirken nasıl da ağlıyordu, öksüz çocuklar gibi... Nasıl da sessizce süzülüyordu gözyaşları, Allah’ın aslanının yanaklarından...

Hasan’la Hüseyin’in ağlayışlarını, hele Zeynep’le Ümmü Gülsüm’ün zülüflerini döküp sana ağıtlar yakarak hıçkırdıklarını gördüğümde dün gece... İnfilâk etmeme ramak kalmıştı kederimden... Bir ben değil; bütün bir kâinat paramparça olacak gibiydi, o yavrucakların hâlini görüp de hiçbir şey yapamamanın çaresizciliği karşısında.

Bir tek Ali... Senin evinin sütunu... Yaratılış çadırının direği... Evet bir tek onun sabrı ve azmi teselli oldu bize.

Ama onun o hâlini görmeye dayanmak da kolay değildi doğrusu...

Haydar... Ali... Başını seninle yaşadığı o minik odanın duvarına dayanmış, hazin hazin ağlıyordu sessizce, boynu bükük...

Onu bunca yalnız ve mahzun görmemiştim hiç... Ama o dağları kıskandıran sabrıyla hepimizi bir kez daha hayretler içinde bıraktı.

Meleklerin Adem’e niçin secdeyle emredildiklerini o gün bir kez daha anladım.

Ne zor bir geceydi dün gece! Dün geceki facianın acısı dünya durdukça yakıp kavuracak beni. Senin, tarihi ebediyen dehşete düşürecek olan o insanca “küsmen” gibi tıpkı... Ah o mazlum küsüşün...

Sana gizlice gusül verip kefenlemesini, yine gizlice ve bütün gözlerden uzak defnetmesini rica etmiştim Ali’den... Makberinin yerini kimselerin bilmemesini istemiştin...

Yaktıkları bu zulüm ateşinin sadece onları değil, dünya varoldukça tarihi de tutuşturup duracağını ve insanların, Resulullah’ın (s.a.a) gözünün nuru olan biricik Zehra’sının (s.a) makberini ziyaretten mahrum kalacağını söylemiş oldun, düşmanlarına böylece!...

Senin mazlumluğunu gösteren ölümsüz bir belge bu!

İnsanca, melekçe, hatta daha ötesi büyüklüğün şanına yaraşırca bir intikam alış bu...

Ertesi gün düşmanların, Bakiy Mezarlığı’nda kırk yeni mezar gördüklerinde neye uğradıklarını şaşırmış ve Allah Resulü’nün (s.a.a) biricik kızının mezarını bulamayacaklarını anlayarak öfkelenmişlerdi. Sen hastayken yanına geldiklerinde ne oyunlar düşündüklerini anlamış, meydan vermemiştin; onlar da son oyunlarını senin vefat anına ertelemişlerdi. Ama bu kararınla o son oyunlarını da bozmuş oluyordum.

Kuruyla birlikte yaş da yanmış; bu gerekli kararla birlikte, düşmanların gibi dostların ve seni seven ve sevecek olan bütün müminler de mutahhar mezarının yerinden bihaber kalmıştı böylece...

Seni, sevgili Resullerinin ciğerpâresini seven müminler mezarının başında bir duada bulunamamanın burukluğunu yaşayacaktı, artık kıyamete değin.

Birbirine benzeyen kırk kabir! Hepsi de yeni kazılmış, yeni örtülmüş, besbelli! Medineliler merakla toplanıveriyorlar, Bakiy’de... Kimi şaşkın, kimi meseleyi anlamaya çalışıyor, ama nafile!... Kimi hayretler içinde, kimi perişan, kimi üzgün, kimi yenilgiye uğramış, kimi öfkeye kapılmış, bir avuçtan müteşekkil, kimi de bu manzara karşısında titreyerek kendisine gelmiş olan, uçurumlarından kurtuluvermiş...

Ömer de orada:

— Böyle olmaz! diyor, öfkeyle söylenerek. Mezarları teker teker açmamız, ölüyü bulmamız, mezardan çıkarıp cenaze namazını kılmamız, sonra da gereğince toprağa vermemiz gerekir!

Ali’n duyuyor bunu. Sabrı ve tahammülü seni çoğu kereler şaşırtan, hatta kimi zaman sana ağır gelecek raddeye varan Ali’n... Kalkıyor. Savaşlarda giydiği o sarı abayı alıyor sırtına, cihad sırasında bağladığı o bez şeridi bağlıyor alnına, dinî Muhammed’in (s.a.a) maslahatı için kılıfında duran kılıcını sıyırıp Bakiy Mezarlığı’na doğru yola düşüyor.

Sen de gördün o sırada Ali’yi, biliyorum. Ama bir de yerde olup da görseydin, Ali’nin (a.s) adımlarıyla yeryüzünün nasıl sarsıldığını o sırada...

Bakiy Mezarlığı’na varınca çıkıp yüksekçe bir yerde durdu; alnının damarı şişmiş, ona bakan herkesi ürpertiyle ürküten bir kasırgaya dönüşmüştü âdeta.

— Hey! diye bağırdı, Bu mezarlardan bir tekine dokunulacak olursa, kimseyi sağ bırakmam! Bunu böylece bilmiş olun!

Orada toplananlar korkudan iliklerine kadar terlemişlerdi, Allah’ın aslanının bu kararlı tehdidi karşısında. Ömer sesini kalınlaştırmaya çalışarak; “Ama biz Fatıma’yı mezardan çıkarıp ona cenaze namazı kılmak istiyoruz!” deyince Ali (a.s) durduğu yerden bir sıçrayışta atlayıp Ömer’e ulaşmış ve boş bir çuval gibi havaya kaldırıp yere çarparak dizini göğsüne dayanıp haykırmıştı:

— Ey Sevda’nın oğlu! Eğer dün kendi hakkımdan vazgeçtiysem, senin gibi birinden korktuğum için değil; din temellerinin yıkılmaması; insanların, henüz inanmaya başladıkları bu dinden dönmemesi için vazgeçtim. Bu hususta yeminliydim, Resulullah’a (s.a.a) verilmiş sözüm vardı! Ama Fatıma’nın mezarı ve vasiyeti için kimseye verilmiş böyle bir sözüm olmadığını bilesin! Allah’a yemin ederim ki, bu mezarlara uzanacak elleri doğrar, buna yeltenen kelleleri şuracıkta uçururum! Canından bezen varsa, dokunsun bakalım şu mezarlardan birine!...

Oradakiler başlarını öne eğip susmuş, herkes birkaç adım geri çekilmişti.

Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından henüz bir yıl bile geçmeden onun Ehl-i Beyt’inin başına gelen bu olaylar beni kara bulutlara gömmüş, Ali’nin o sıradaki mazlumiyet ve yalnızlığına varlığın bütün zerreleri ağlamıştı.

Ömer bir yandan kurtulmaya debelenirken bir yandan da sözlerinin yanlış anlaşıldığını söyleyerek yalvarmaya başlamış, Ebu Bekir hemen müdahale ederek:

— Ya Ali! demişti, Allah ve Resulünün hakkı için, ne olur affet! Seni üzecek bir şey yapmayacağımıza söz veriyoruz!

Ali... Salâbeti ve vefasıyla dağların gıpta ettiği kocan... Bırakıvermişti onları... Onlar bozguna uğramış olarak Bakiy’den uzaklaşırken orada bulunan çocuklar daha önce hiç mi hiç bilmedikleri bazı şeyleri anlayıvermişlerdi o zaman.

Ah... Ali’nin ayak sesleri değil mi bunlar?!...

Evet, o... Ağır, metin ve vakur, ama pek hüzünlü ve yorgun... Bundan sonra Ali sadece gece yarıları dertleşecek seninle... Ancak gece yarılarının sessiz yalnızlığında dökebilecek sana içini...

Bana da susmak düşer şimdi. Evet, susmalıyım... Bak, Ali geliyor karanlıkta... Dertli ve ağır adımlarla... İçini dökmeye geliyor sana; dertlerini açmaya...

Senden sonra neler gelecek daha Ali’nin başına...

Şefaat ya Bint-i Resulullah!

Allah’ın ve meleklerinin selâm ve salâvatı ebediyen sizlere olsun ey Ehl-i Beyt-i Resulullah!

 -----------------------------

KAYNAKÇA

1- Kur’an-ı Kerim.

2- Bihar’ul-Envar, Allame Meclisî, c.10 ve 43.

3- Keşf’ül-Gumme, Erbilî.

4- Fatımat’üz-Zehra Min’el-Mehd-i İle’l-Lehd, Seyyid Muhammed Kazvinî, Farsça terc: Dr. Hüseyin Feridunî.

5- el-İhticac, Tabersî.

6- Sahih-i Müslim.

7- Sahih-i Buharî.

8- Menakıb, Harezmî.

9- Menakıb, İbn-i Şerhraşub.

10- İrşad, Şeyh Müfid.

11- Ensab’ul-Eşraf, Belâzurî.

12- Taberî Tarihi, Taberî.

13- Tabakat, İbn-i Sa’d.

14- Müntehe’l-Âmâl, Şeyh Abbas Kummî.

15- Celâ’ul-Uyûn, Allâme Meclisî.

16- Beyt’ül-Ahzan, Şeyh Abbas Kummî.

17- Vefat-ı Hz. Zehra, Abdurrazzak Musevî Mugarrem.

18- Fatime-yi Zehra, Allâme Eminî.

19- Zindegani-yi Fatime-yi Zehra, Seyyid Cafer Şehidî.

20- Macera-yı Sakîfe, Allâme Muhammed Rıza Muzaffer, Farsça terc: Seyyid Gulam Rıza Saidî.

21- Numune-yi Beyyinat Der Şe’n-i Nuzul-i Âyât, Muhammed Bagır Muhakkık.

22- Şerh-i Nehc’ül-Belâga, İbn-i Ebi’l-Hadid.

23- Fatime-yi Zehra Banu-yi Numune-yi İslâm, İbrahim Eminî.

24- Fedek Der Tarih, Şehid Seyyid Muhammed Bagır es-Sadr.

25- Hz. Fatime-yi Zehra, Ali Muhammedali Dehîl, Farsça terc: K. Eminî.

26- Fatime-yi Zehra, Tevfik Ebu Elem, Farsça terc: Ali Ekber Sa’d.

27- Fatime-yi Zehra, Tevfik Ebu Elem, Farsça terc: Rehber İsfehanî.

28- Fatime Fatime Est, Dr. Ali Şeriatî.

29- Fatime-yi Zehra Bunyangozar-i Mekteb-i İtiraz, Muhammed Mukimî.

30- Hitbeha-yi Roşengerane-yi Hz. Zehra, Bünyad-ı Bi’set.

31- Hz. Zehra ve Macera-yı Gamengiz-i Fedek, Nasır Mekarım-i Şirazî.

Yeni yorum ekle