13. Bölüm

13. Bölüm

 

Ne kadar zor bir gece bu Allah’ım!... Şu kulun hiçbir zaman bunca çaresiz ve yapayalnız kalmadı. Şu eller, şu ayaklar, şu kalp, hiçbir zaman böyle titremiş değildi ömrünce. Şu göz hiçbir zaman bunca aralıksız ve biteviye ağlamış değildi. Nisan yağmurları gibi... Kulun Ali, ne yapsın şimdi bunca yalnızlıkla?! Kime gitsin, kimlere açsın içindeki derleri senden gayrı?!

Ya Rabb’im! Benim için en ağır darbe ve en üzücü matem olan Resulü’nün irtihalinde, Fatıma’nın hayatta olduğunu düşünmek teselli veriyordu bana. “O gül bahçesinden bir gül var nasılsa benim gülhanemde” diyerek avunmadaydım. Ya şimdi?! Ne diyeyim şimdi ben?! Kime götüreyim bunca yalnızlığı?! Kiminle paylaşayım şimdi bunca hüznü, bunca derdi ya Rabb’im?!...

Fatıma’m melek gibi bir kadındı... İffet ve vakar timsaliydi. O minicik kalbinde deryalar dolusu sevgi ve şerfkat vardı Fatıma’mın. Ne de sabırlı, ne de çilekeşti Fatıma’m...

Hiçbir şeye kapılmaz, hiçbir şeye gönül vermezdi; kalbi yok sanırdı onu tanımayanlar, bu hâliyle. Hiçbir şey onu kendisine bağlayamaz, hiçbir meşgale onu “bağımlı” kılamazdı. Hiçbir süse, altına, pula, elbiseye veya yiyeceğe düşkünlüğü yoktu; esasen ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinirdi. İşte bu nedenledir ki, onun bu dünyaya ait, bu toprak âleme bağlı olmadığına emindim; vücudu ve bedeni olmayan, sırf ruh ve sırf candı Fatıma’m benim.

Bazen, hiçbir erkekte olmayan bir yürek taşıdığını düşünürdüm onun; yürekli mi yürekliydi. Dağlar gibi daima dimdik, granit kayaları gibi salâbetli ve dirençli, göğün görünmeyen sütunları gibi sağlam mı sağlam, sarsılmaz, titremez...

Tek başına bir iktidarın karşısına dikildi; zerrece korkmadı, zerrece sürçmedi. Ben susmakla görevliydim; bu yüzden o, benim sözlerimi de dile getirdi, bütün sonuçlarına da mertçe ve yiğitçe katlanarak hem de!

Cahiliyet döneminden kaç yıl geçiyor şunun şurasında sanki?! Kadının bir deve kadar bile kıymet taşımadığı cahiliyet dönemi... Bir dönem ki kız çocuğu utanç ve yüzkarası, at ile deveyse övünç ve iftihar vesilesi sayılmadaydı...

Böylesine bir kavmin, böylesine şartlarına rağmen bir kadın tek başına kalkıp da tehlikeli bir hakkı savunacak...

Ah!... Dağ olsa yıkılır şu gönlüm; çelik olsa erir, kaya olsa parçalanıp un ufak olur, onun uğradığı musibetler karşısında.

Bazen Fatıma’nın çiçek yaprağından bir kalbi olduğunu düşünürdüm... Öylesine hassas, öylesine sevecen ve yumuşak... Billuru kıskandıran, ipeği gıptayla depreştiren...

Bir insanın nasıl bunca hassas, sevecen ve şefkatli bir kalbe sahip olduğuna şaşırmamak elde değil.

Ah! O çok garip ve çilekeşti Allah’ım! Çok... Bazen onun kalbiyle ulaşırdım senin sevecenlik yoluna.

Eve geldiğimde, bir sevgi deryasında bulurdum kendimi. Mutluluk ve sefa yuvasıydı âdeta. Yorgunluk mu?... Fatıma’yı gören bir gözün sahibi yorgunluk, sıkıntı, bezginlik... gibi kelimelerin anlamını hatırlamaz artık.

Evet, hayatımız pek zor, müşkülâtımız pek fazlaydı, ama eve geldiğimde hiçbiri kalmazdı belleğimde; kadifeden bir ırmaktaymış gibi olurdum; letafet ve duygu esintileri okşardı bütün ruhumu.

Fatıma bu dünyada Kevser’in hakikatiydi benim için. Onun olduğu yerde açlığın, susuzluğun, yorgunluğun, savaşın, yaranın ve acının gerçekten hiçbir manası kalmıyordu artık.

Ne kadar yorgun olduğumu şimdi hissediyorum işte... Çünkü Fatıma’m yok yanımda artık.

Ah! Ne kadar da yorgunmuşum meğer ben, Allah’ım! Çok yorgunum.

Uğruna canımı vermeye hazır olduğum şu cansız bedene nasıl gusül vereyim, onu nasıl yıkayıp kefenleyeyim ben ya Rabbi?!

Fatıma’nın cansız bedenini gözyaşıyla yıkamama izin verilseydi suya hiç hacet kalmazdı şüphesiz...

Ah!... Ölünün gömülmesi vacip olmasaydı Fatıma’mı verir miydim toprağa ben?!

Bu semavî bedeni nasıl toprağa verir insan?! Bu gök yıldızını toprağa nasıl gömer insan?!

Ama yerkürede yaşamanın kaçınılmaz geleneği bu; ne gelir elden?!

Su dök Esma o hâlde, su... Bir de şu ateşler içinde yanıp tutuşan yüreğime serpilseydi zerrece keşke! Ağla ey göz, dökülsün ipil ipil gözyaşları... Burada ağlamayıp da nerede ağlayacak dide-i perişanım benim?!

Benim kadar Fatıma’yı tanımayan, benim kadar ona tutkun ve onunla birlikte bulunmayan şu melekler ağlıyor da, ben nasıl ağlamam Fatıma’ma; sevgili Resul’ümün tek emaneti olan ciğerpâresine?!...

Ağla Ali, ağla!...

Senin Fatıma’ndı o... Ve sen Fatıma’sız kaldın şu yeryüzü uğrağında.

Ah!... Kolun niye böyle mosmor Fatıma?! Eyvahlar olsun! Bu, o kamçıların izi olsa gerek!...

Bu ne acı ya Rabb’im?! Ali’n nasıl tahammül etsin Allah’ım bunca acıya?!... Fatıma’nın koluna baksana...

Bunca sabır ve tahammüle elbette ki secde etmekle mükelleftir melekler.

Fatıma’m... Elbiseni çıkarmadan gusül vermemi istemenin sebebi buydu değil mi?! Şu yorgun yüreğimin daha fazla dağlanmasını istemedin mi giderayak Fatıma’m? Ali’n kurban olsun senin o merhametli yüreğine... Göze görünmese de, yaranın varlığı elle anlaşılabiliyor ama...

Ey yüreğimin goncası! Kalbi olanların görebilmek için göze ihtiyaçları yoktur ki!

Sen, ömrün boyunca hiçbir şeyi gizlemedin benden... Ama yaralarını gizlemeye çalışmışsın Ali’nden, bak... Acılarını... Senin kocan, bu tür ağzı mühürlü sırları bilmeyecek biri mi?! Geceleri, hurmalıklar arasında perişan hâlde yürüyerek ağladığın dertlerdir bunlar...

Ali’n nasıl bilmez bunları Fatıma’m?!

Burası, namertlerin kamçı yeri işte, biliyorum... Kocanı, erkeğini urganla bağlayıp götürüyorlarken, hani... Hatırlıyor musun?!

Allah’ım!... Ölüye gusül değil, dünyanın acı ve felâketlerin dalış bu; insanın bir ömür boyu çektiği dertleri yeni baştan çekmesi, bütün acıları tekrar ve birden yaşayıp tatması bu!...

Ali’ye yapılabilecek en büyük işkence, Allah’ın aslanına verilebilecek en büyük acı...

Eyvah! Eyvahlar olsun! Muhsin’imiz!... Kapıyla duvar olayı!

Ah, Fatıma’m!... Ey mazlum çiçeğim benim; kolunu kanadını nasıl da kırdılar acımadan?...

O demir çivilerle nasıl söyleşmem ben?! Kapının ateşe verilmesini görüp de bütün alevlere karşı yüreğimi nasıl kalkan etmem?!

O alçak el, bu yüce ve masum yüzüne nasıl indi senin, Fatıma’m?!...

Sabır ver Allah’ım!

Tahammül ver ya Rabbi!

Ali’nin yüreği nasıl dayanır bunca namertliğe?! Fatıma’sına reva görülen bunca acıya?! Bunca mihnete, bunca sessiz feryada?!

Yavaş Esma... Fatıma’mın cansız vücuduna yavaş yavaş dök şu suyu; yaraları pek köhne, pek derin Zehra’mın... Yavaş... İncitmeyesin Fatıma’mı sakın...

Bu günleri de mi görecektim Allah’ım?! Fatıma’mın gassali de mi ben olacaktım?!

Fatıma’mın sabrı benim sabır taşımı çoktan toz etmiş meğer...

Allahu Ekber! Bu senin sevgili Fatıma’n ya Rabbi! Senin sabrına nasıl secde etmez insan, ey yüceler yücesi, ey kâinatı yaratan?!

Vücudu bunca yaralıysa, kalbinde ne yaralar vardı Fatıma’mın kim bilir!...

Lânet olsun seni incitenlere... Kırılsın o kırılası eller...

Getir artık Esma; getir şu cennet kâfurunu da bitsin şu iş... Allah da biliyor ya; takat kalmadı bende artık bunca acıya...

Cebrail’in getirdiği şu kâfurun üçte birini sevgili Resulullah’ın cenaze guslünde kullanmıştım, Allah ve meleklerinin selâm ve salâvatı ona olsun; üçte biri de şimdi senin için... Geriye kalan son üçte biriyse, benim... Şu son üçte birin zamanı ne zaman gelecek Allah’ım?! Ne zaman kavuşacağım onlara ben de?!

Şu yedi parçadan müteşekkil kefeni versene Esma... Ne olurdu; sevdiklerinin yerine, ayrılık ve ölümü kefenleyebilseydi insan?!...

Allah’ım... Bu, senin kulun... Hakkında Kevser’i indirdiğin Fatıma’n... Resulünün sevgili kızı... Habibinin, sevgilinin, uğruna kâinatı yarattığın ve iki cihan serveri olarak isimlendirmiş olduğun güzeller güzeli, gönüller muradı, gözler nuru Muhammed-i Mustafa’nın (s.a.a) biricik yavrusu...

Allah’ım!... Kurtuluşuna sebep olacak şeyi diline getir onun; burhan ve delillerini muhkem kıl, mertebelerini yücelt ve onu babasına ulaştır!

Çocuklar, gelin!... Hasan, Hüseyin, Zeynep, canım Ümmü Gülsüm’üm, gelin; gelin yavrularım... Gelin vedalaşın annenizle; zor olduğunu biliyorum, ama ne gelir elden?! Allah’tan hepinize sabır ve tahammül vermesini dilemekten başka ne yapabilirim canım yavrularım?!

Biraz yavaş... Ağlamayın demiyorum; bunu istemek merhametsizliktir, evet; ama sessiz ağlayın, benim gibi sessiz ve yavaş...

Sizi nasıl teselli edebileceğimi bilemiyorum doğrusu... Herhangi bir anne değildi çünkü kaybettiğiniz... Ne eşi vardı, ne benzeri. Kim doldurabilir onun yerini yavrularım?!

Ama Allah Teala’nın takdiri bu işte... Rıza gösterin... Sakın O’nun takdirinden şikâyetçi olmayasınız, e’mi!...

Yüzünü mü? Annenizin yüzünü açmamı mı istiyorsunuz? Peki, gelin bakın, o tokat izinin morartısına bakacak mecal kalmadı artık bende. Ah Fatıma’m!... Mehtabı andıran simanla şu mehtaplı gece ne de uyumlu!

Bu kadar “anne, anne” diye figan etmeyin yavrularım, ne olur... Annenizin size cevap verebilecek mecali yok ki artık. Sadece bakın; bakın ve ağlayın sessizce.

Ama... Fatıma’nın eli değil mi bu?! Kefenden çıkıp yavrularını okşamada.

Bu, onun şefkati işte; sizin figan etmenize dayanamadı Fatıma’nın ana yüreği... Cevap vermezlik etmedi size yavrularım. Fatıma’m... Senin Allah’a bunca yakın mevkiin...

Yeter artık çocuklar, Allah aşkına kalkın artık.

Cebrail; “Çocukları kaldır artık!” diyor, “Neredeyse ruhlarını teslim edecekler annelerinin üzerine kapanıp...”

“Arşı titretti” diyor, “bu figanlar; kaldır artık çocukları... Melekleri de ağlattı onların bu hâli bak... Kaldır artık şu öksüzleri incitmeden Ali’m!”

Kalkın çocuklar... Hadi... Vedalaşın annenizle artık... Allah’ım... Ne zor bir gece bu... Ne kadar da hüzün, yalnızlık ve gurbet var bu gecenin mehtabında. Güç ve kudret ancak Allah’ındır. O’ndan gayrı ne güç vardır, ne kuvvet...

Hadi, kalkın... Kalkın da namaz kılalım anneniz için... Bu namaz rahatlatır ruhumuzu, teselli buluruz o zaman.

Hasancığım! Git o bahsettiğim arkadaşlara haber ver, gelsinler. Ama sessizce... Kimse bilmesin...

Her şey bu gece bitmeli sessiz sedasız... Annenin vasiyeti böyle, biliyorsun.

Sakin ol Hüseyin’im, Allah’a tevekkül et; bu büyük acıya tahammül gücü iste O’ndan.

“İnna lillah ve inna ileyhi raciun.”

Hepimiz Allah’tanız ve sonunda dönüş O’nadır.

“Ve inna ilâ Rabbina lemungalibun...”

— Ve Aleykümüsselâm. Allah hepinizden razı olsun, zahmet oldu... Şurada, benim arkamda durun. Sakin olun, sabırlı olun dostlar. Yavaş sesle ağlayın. Resulullah’ın (s.a.a) kızının vasiyetini unutmayın, ağlama sesleriniz duyulursa herkes anlar... Onun cenaze namazına sadece sizin katılmanız gerekiyor çünkü. Allah’ı zikredin, sakinleşir, huzur bulursunu o zaman.

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’il-Aliyy’il-Azîm.”

Şanı pek yüce ve büyük olan Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur!

Allah’ım!... Resulünün kızından hep razı ve hoşnut oldum ben. Mezara konulmak üzere olduğu şu sırada sen yar ol ona ya Rabbi!

Allah’ım! İnsanlar onu yalnız bırakmışlardı, sen yalnız bırakma onu. Allah’ım! Ona zulmettiler, sen aralarında hüküm ver; şüphesiz, sen en iyi hüküm verensin.

Es-salât!... Es-salât!...

Allahu Ekber!...

Allah’ım; sevgili Resulünün kızı Fatıma’dır bu; zulmetler ve karanlıklardan nurlara çıkardın onu.

Siz üçünüz... Gelin tabutu kaldıralım, “İleyye!... İlleyye!... = Bana!... Bana!...” sesinin geldiği o tarafa götüreceğiz. Duyuyorsunuz değil mi siz de?! Fatıma’yı kendisine çağırmada Rabb’im.

Burası işte! Tam burası... Tabutu yere koyalım yavaşça... Hah, tamam Fatıma için gerekli her şeyi Rabb’ul-âlemîm hazırlamış işte! Şu hazır mezar Zehra’mın mezarı... Canlar feda Zehra’ma...

Şöyle çekiliverin biraz... Ben mezara ineyim... Yavaş ağlayın dostlar!... Ah!... Ne oluyor bana böyle?! Elim ayağım hiç titremezdi benim...

Allah’ım sabır ver... Rabb’im, güç ver Ali’ye, takatimi artır şu zor lahzalarda...

Ne de ağır bir hüzün şu yüreğimin başına gelip çöken... Ve Zehra’msa ne kadar da hafif, çektiği onca dert ve onca acıya rağmen!...

Ey toprak! Duyuyorsun beni değil mi?! Sana getirdiğim şu emaneti de tanıyorsun... Fatıma bu... Benim Zehra’m... İki cihan serveri, fahr-i kâinat Hazret-i Resul-i Ekrem Muhammed-i Mustafa’nın (s.a.a) gözünün nuru, sevgili kızı... Sallallahu aleyke ya Resulullah! Ne mutlu sana Fatımacığım!...

“Bismillahirrahmanirrahim. Bismillah ve billah ve alâ millet-i Resulillah, Muhammed ibn-i Abdilalh.”

Rahman, Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın adıyla, Allah’ın yardımıyla ve Abdullah oğlu Allah Resulü Muhammed’in dini üzere...

Sıddıykacığım! Seni öyle birine teslim ediyorum ki, O’na benden daha lâyıksın... Fatıma’m, Zehra’m... Allah’ın takdirine razıyım ben... Senin için ne takdir etmişse, razıyım...

“Sizi topraktan yarattık, sonra yine toprağa döndüreceğiz ve sonra tekrar topraktan çıkaracağız sizi...”

Fatıma’m... Allah’a ısmarlıyorum seni gülüm... Kavuşacağımız anı hasretle beklemekteyim şimdiden...

Ey toprak... Ey taşlar ve kumlar... Fatıma’mla beni ayırdığınızı mı sanıyorsunuz şimdi?! Asla! Fatıma’yla benim kalbimiz öylesine birleşip yoğrulmuştur ki yekdiğeriyle, bin kez mezara girip çıksa yine de ayrılmaz kalplerimiz.

Gözün aydın olsun ya Resulullah! Fatıma’m sana geldi işte şimdi!

Senin de gözlerin aydın olsun Fatıma’m, kutlarım seni! Bunca ayrılık ve hicrandan sonra sevgili babana kavuştun işte sonunda!

Size sevinç ve bana hüzün...

Ama nihayet kavuşacağımız tesellisi var...

Ya Resulullah! Benden ve kızın Fatıma’dan selâm olsun sana.

Kızından, sevgili Fatıma’ndan selâm sana... Gözünün nuru, gölünün sevinci Fatıma’ndan selâm sana...

Senin yurdunda, senin toprağında yatan Fatıma’ndan selâm sana. Allah Teala onu hemen sana kavuşturdu, bak...

Ya Resulullah, sevgili kızının yokluğunda sabır kâsem taşmada, kâinat kadınlarının ulusunun firakına tahammülüm tamamlanmada.

Ağlamaktan başka ne gelir elimden ya Resulullah?! Bir belâya uğranıldığında ağlamak senin sünnetindir; seni kaybettiğim zaman da ağlamaktan başka ne geldi ki elimden?!

Benim kollarımda can verdin sen ya Resulullah; kendi ellerimle kapattım gözlerini, o mutahhar bedenini ben yıkadım, ben kefenledim, ben defnettim, o mübarek başını ben koydum lahde...

Takdir böyleymiş... Takdir-i ilâhîye karşı sabır ve rıza göstermekten başka ne gelir elden?!

“İnna lillah ve inna ileynhi râciun.”

Hepimiz Allah’tanız ve sonunda hepimizin dönüşü O’nadır.

Ey Allah’ın Resulü! Emanet, sahibini buldu şimdi. Sevgili Zehra’n zulüm ve sitem fırtınalarından kurtuldu artık. Bundan sonra dünya, yeriyle ve göğüyle, benim nazarımda ne de çirkin artık Zehra’sız...

Artık hüznüm bitmez benim, gözerimi uyku tutmaz, gözyaşlarım dinmez benim ya Resulullah!

Şimdi senin yatmakta olduğun evde konaklayıncaya kadar hüzün ve keder kalbimin başucundan ayrılmayacak, dert benim ayrılmaz yoldaşım olacak.

Kalbim kan ağlamakta ey amca oğlum... Yorgun mu yorgunum, Zehra’mın gidişiyle; dertli mi dertliyim, yarimin hicranıyla...

Ne de çabuk düştü şu ayrılık aramıza... Ancak Allah’a şikâyet edebilirim bu hâli ben...

Ümmetinin el ele verip nasıl bana karşı birleştiğini, onun hakkını nasıl zorla ve hileyle elinden aldığını kızın gelip anlatacak sana ya Resulullah...

Olayı ondan sor... Her şeyi anlatacak sana...

Bağrı dertlerle doluydu burada; açıp söyleyemiyordu kimseciklere... Ama sana söyleyecektir, eminim... Senden gizleyecek hiçbir şeyi yoktur onun çünkü... Kalbinin yaralarını sana gösterecek, içini sana dökecektir.

Ama, hayır... Zehra’n; dertlerini sana bile anlatmayacak kadar mahcup ve naziktir... Sen sor ama! Israrla sor ondan, anlatmasını iste! O zaman Allah, onunla ona bunca eziyeti reva gören düşmanları arasında bir hükme varacaktır ve şüphesiz Allah en güzel hüküm verendir, en iyi yargılayıcıdır.

Allah’ın ve meleklerinin selâmı sana ve sevgili Fatıma’na olsun ya Resulullah...

Ve...

Allah’a ısmarladık...

Bıkkınlık veya bezginlikten dolayı değil bu vedalaşmam.

Gidişim ve vedalaşmam bıkkınlık ve bezginlikten olmadığı gibi, kalışım da O’nun sabredenlere bulunduğu vaatten şüpheye kapılmış olmamdan değil asla.

Aman Allah’ım! Sabrımı artır benim! Ne de zor bir dert bu, ne de güç bir acı! Sabretmekten daha etkili hangi silâh var, müminin bu gibi büyük acılar karşısında, bu dertler ve hüzünler fırtınasında.

Fatımacığım!... Düşmanın bir densizlik yapmayacağından emin olsaydım, senin kabrini kendime itikaf mekânı edinir, burada itikafa çekilir ve gencecik yavrusunu yitiren analar gibi gece gündüz ağlardım sana.

Görüyor musun ya Resulullah?!... Sen de şahit oldun ki, sevgili kızın Fatıma’yı gizlice ve sessizce verdik toprağa. Hakkı elinden alındı, mirası yağmalandı, Fatıma’n incitildi. Halbuki sen daha yeni vefat etmiştin, mezarının toprağı terütazeydi henüz...

Allah’a şikâyetçiyim ya Resulullah... Ve seni andıkça hicran ateşi alevlenmede ve er geç sana kavuşacağım tesellisi sabrımı kolaylaştırmada.

Ey peygamberlerin sonuncusu! Ey kulların en güzeli, ey yaratılmışların en seçkin incisi! Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi sana ve sevgili kızın Fatıma’ya olsun!

Fatımacığım... Duyuyorsun beni değil mi?!... Söyle, ne yapayım ben şimdi?! Sensiz nasıl döneyim eve ben?! Çocuklar?!... Ne derim ben onlara şimdi?!

Ya kalbim?! Kalbime ne diyeyim Fatıma’m?!... Şu dağlarca yalnızlığıma, kimsesizliğime, gariplikleri aratan şu garipliğime?!...

Gidemiyorum işte!

Ama kalamam da...

Burada kalakalırsam, düşman senin mezarının yerini öğrenmiş olur Fatıma’m...

Gitmeliyim...

“Can kuşum şu ten kafesinde mahpus

Can da çıksa keşke şu ahımla sinemden!”

Senden sonra hayatın tadı yok, yaşam ruhunu yitirdi âdeta.

Ağlayışım, ömrümün uzun olabileceği korkusundan... Senden sonra yaşamanın ne denli zor geleceğini bilirsin bana...

Hem de pek zor... Böylesine bir yükü kalbine yükleyen biri nasıl gülebilir artık?! Onca sevgi ve şefkatini götürüverdin kendinle, ne yaparım ben şimdi?! Nasıl katlanırım acıya, bunca kedere, bunca eleme?!...

Sevgililer, bir gün vuku bulacak bu ayrılıktan kaçamaz... Ama ayrılık ne de zor gerçekten! Canlar canı sevgili Muhammed-i Mustafa’dan (s.a.a) sonra şimdi de sevgili kızının acısını yaşıyorum ben. Dünyanın ne denli geçici olduğuna şahit ve delil mi ister yine insan?!

Ah!... Muhammed’le (s.a.a) Fatıma’nın ayrılığı pek zor gelmede bana... İki ayrılık birden hem de... Ne gecem var, ne gündüzüm; hasretinizle ağlamada, yokluğunuzla inlemedeyim. Siz ne de güzel bir mekânda konakladınız şimdi... Ama Ali’nizi yalnız bıraktınız şu belâ diyarında.

Ağla ey göz, durmaksızın gözyaşı dök. Bu dert unutulur gibi değil, Mustafa’yla (s.a.a) Fatıma’yı kaybettim ben, onları unutabilir miyim hiç?!

Bir dost ki, yerini kimseler tutamaz; bir yar ki gayrisi bulunamaz. Gözlerden silinen hâline karşılık, yüreğimin başköşesine kazınan hayaliyle...

Fatımacığım... Şu mutahhar makberinin başında durup seni anmada, seni çağırmadayım sürekli; ama sen cevap vermiyorsun ki...

Ah... Keşke Ali’ni bunca yalnız, bunca çaresiz, garip ve kimsesiz bırakıp gitmeseydin Fatıma’m...

Yeni yorum ekle