11. Bölüm

11. Bölüm

Bir grup kadının evimizin kapsında toplandığını görünce sizin gibi ben de şaşırdım önce.

- Esma! dediniz bana seslenerek, Git bak bakalım, ne istiyorlar...

Gittim. Çok geçmeden dönüp size aktardım:

- Ensar ve Muhacirler kadınlarından bir grup... Sizi görmek istiyorlar... Geçmiş olsun demeye gelmişler...

Ensardan da, Muhacirlerden de pek incinmiş olduğunuzu, onlara pek darılmış bulunduğunuzu bilmiyor değildim. Ama sizin o lâtif ve merhamet dolu kalbinizin; kapınıza geleni geri çevirmeyecek kadar sevecen olduğunu da biliyordum... Hatta sizi incitmiş, size zulmetmiş ya da zulme seyirci kalmış olsa bile...

Bu nedenledir ki içeri aldım onları. Sayıları epey kalabalıktı. Yatağınızın etrafını sardılar; yere çökmüş, gözlerini size dikmişti hepsi de. Şu üç günlük dünyada neler görüyor insan... Ömer’le Ebu Bekir’i bile kabul etmiştiniz; şimdi de kapılarını teker teker çalıp haklıdan yana tavır koymalarını istediğiniz hâlde türlü bahaneler öne sürerek en zor günlerinizde size sırt çeviren Ensar ile Muhacirlerin kadınları...

Gerçekten de pek tuhaf bir dünyada yaşıyoruz.

İnsanı önce yaralıyor, sonra da hasta ziyareti diyerek yanına geliyorlar!...

Kendi elleriyle insanın ciğerini parçalıyor, sonra da gelip; “Nasılsınız efendim? Allah şifalar versin efendim!” diyorlar.

 Keşke bu kadarla kalsa.

Gelip yarayı deşmeleri yok mu bir de!

Yeni yaralar açmaları yok mu...

Kadınlardan biri, diğerleri adına da sözcülük yaparak:

- Ey Resulullah’ın sevgili kızı! dedi, Bu ağır hastalığınıza rağmen geceyi nasıl sabahladınız?!

Evet, böyle sormuştu kadıncağız. Ama sizin asıl acınızı kim anlayabilirdi ki?! Gerçi kaburgalarınız kırılmış, kapının çivisi göğsünüze batmış, çocuğunuzu düşürmüş, kolunuz mosmor olmuş, suratınızda sille izi kalmış ve eviniz ateşe verilmişti; ama bütün bunların manevî bir kaynağı vardı, fizikî acıları çok aşan bir acı...

Çünkü siz durup dururken hastalanıp yataklara düşmediniz ki... Ayağınız bir taşa takılıp da yerlere kapaklanmış, ya da tesadüfen kapıyla duvar arasında sıkışıp çocuğunuzu düşürmemiştiniz. Eğer böyle olmuş olsaydı, onların bu tür sorularına; “İyiyim, iyileşiyorum” ya da “Kötüleşiyorum, yaram beterleşiyor” derdiniz.

Ama sizin hastalığınız bunlar değildi ki. Bunlar, hastalığınızın belirtileriydi sadece.

Sizin hastalığınızın nedeni, kocam Ebu Bekir ile onu avucuna almış olan Ömer’di... Bu halk; adına Muhacirler ve Ensar denilen bu insanlar da bu hastalığın oluşup gelişmesine yardımcı olan en müsait ortam... Ah! İnsanoğlunun hiç bitmeyen ve sürekli tekrarladığı hâlde de hiç değişmeyen tuhaf kaderi...

Adına Ensar ve Muhacirler denilen şu halk, cehaletin kör tuzağına düşmemiş olsaydı, hilâfet elbette ki gasp edilemez ve sizin ruhunuza bu öldürücü darbe indirilmiş olamazdı.

Şu insanlar hamiyet ve mertlik melekesini üç günlük dünyevîliğe değişmemiş olsalardı, Fedek’i kim alabilirdi sizi elinizden?! Kim indirebilirdi bu ikinci, ama birincisi kadar öldürücü yarayı?!...

Peygamber’in kızının evine, ancak halkın cehaletinin karanlık gecesinde saldırabilmek kabildir elbet... Basiret ve idrakin gündüzünde yarasalar ne arar zaten?!

İnsanlar siyaset yollarını boşaltıp da ihanet çıkmazlarına sığınınca Medinet’ün-Nebi’de Resul-i Ekrem’in (s.a.a) biricik yavrusunu tokatlamak, gözlerini kan çanağına çevirip yüzünde şamar izi bırakmak elbette ki mümkün olacaktır.

Düşünüyorum da... Kullarının gözyaşlarını seven Rabb’ul-âlemîn, sizin ibadet sırasında dahi gözyaşları dökmenize razı olmaz mutlaka diyorum. Ama... Buna rağmen sizin o mazlum gözyaşları seliniz, şu halkın taşlaşmış kalbini nasıl oynatmadı yerinden, anlayamıyorum doğrusu!...

İnsanoğlunun dosyasındaki karanlık muammalardan biri de bu olsa gerek.

Belki de utandırıcı olduğu için Allah-u Zü’l-Celâl tarafından karanlıkta tutulmakta ve insanlığın ayıbının daha fazla açılmasına engel olunmaktadır, kim bilir?!...

Evet, ya Fatıma... İnsanlar rahat ve huzurun serin kilerlerinde süründüğü ve herkes kendi köşesinde kıvrılmayı tercih ettiği zaman, elbette ki güneşin talibi pek az olacak ve birileri pekalâ güneşin boyuna urgan atarak onu gece karanlığına biate zorlayabilecektir.

Güneş artık ortaya çıkmamaya -sahi, ne zamana kadar?- zorlanmaktadır. Böylece gece daha uzun olabilecek, yarasalar ellerini ovuşturup duracaklardır zevkle.

Geceye ve karanlığa bunca düşkün gözler, elbette ki daima kör kalmaya mahkumdur.

Bütün bunlara dayanabilmek mümkün değildi. Bir gün Ebu Bekir’e; “Seninle evlendiysem, cehaletimdendi” dedim , “Ama senin karın olmaktan çok daha yüce insanî bir derece bilirim ben; o da onca zulmü reva gördüğün Resulullah’ın (s.a.a) sevgili Fatıma’sına hizmet ederek hiç olmazsa zerrece gönlünü alabilmek! Eğer kabul etme lütfünde bulunur ve bu büyüklüğü gösterirse tabii!...”

Ve siz kabul ettiniz. Böylece ahiretimi kurtardınız benim. O diyara gitmekte olduğunuz şu sırada... Babanıza selâm ve hürmetlerimi iletin ve ona Esma bint-i Umeys dünyalı değil, buralı, ahiretlidir deyin; ahiret yurdunun hizmetçisi olmayı halife sarayının hanımı olmaya tercih ettiğimi söyleyin.

Asiye’ye de selâm söyleyin benden...

Sizi ziyarete gelen o kadınlara vereceğiniz cevabı çok merak ediyordum doğrusu.

Esasen o ağır hasta hâlinizle bu kalabalığa bir şeyler söyleyecek takatiniz olmadığını da biliyordum.

Ama siz konuştunuz.

Ne konuşmaydı o hem de!

Fırtına gibi estiniz dersem daha yerinde olur.

“Nasıl sabahladınız?” sorusu, küllerin altındaki ateşi körüklemiş, bir yanardağı harekete geçirmişti âdeta.

Eski bir yaraya vurulan neşter gibi tıpkı.

İnanılmaz bir enerjiyle kalkıp oturdunuz. Dağları andıran salâbet ve metanetle, Allah’a hamd u senadan sonra söze başladınız:

“...Allah’a andoslun ki, sizin dünyanızdan bıkmış ve erkeklerinizin pısırıklığından gazaba gelmiş olarak sabahladım.

Dindarlık ve mertliklerini ölçtüm, sınadım; dinsiz ve namert çıktılar!

Ebediyen yüzleri karadır artık benim nazarımda!

Sizin erkekleriniz kırılmış kılıçlara, paslanmış ve körelmiş hançerlere benziyor tıpkı! Ne de çirkin ve iğrenç bir gevşeklik bu!

Onca ciddiyet, çaba ve gayretten sonra kendilerini kaptırdıkları bu rehavet ve rahatlık ne de iğrenç duruyor üzerlerinde!

Mertlik ve yiğitlik mızrağının böylesine yarılıp çatlamış olması ne de acı!... Kim ve ne olduğuna bakmaksızın her emir verenin emrine eğilme zilletine katlanmaları ne de kötü!

Dosdoğru yoldan bunca sapma, hedef ve gayeden bunca uzaklaşma, akıl ve düşüncede bunca bozulma ne de üzücü gerçekten!...

Kur’an-ı Kerim’deki şu ayeti hatırlıyor musunuz: “İsrailoğullarının kâfirleri Davut ve İsa ve Meryem tarafından lânetlendiler. Zira onlar zorbalıkta bulunuyor, itaat etmiyorlardı. Kötülüğü yasaklamıyor, engellemiyor, hatta bizzat kendileri kötülükte bulunuyorlardı. Ne de kötüydü yaptıkları... Onlardan pek çoğunun, kâfirlerle dost olduğunu görürdün. Kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri (amel) ne de çirkin ve kötü. Zira onlar Allah’ın gazabını kendilerine çekmişlerdir; ebedî azaptadırlar.”

Evet! Sizin erkeklerinizin de kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri ameller ne de kötü, ne de çirkindir gerçekten! Çünkü onlar da Allah’ın gazabını kazanmış oldular böylece ve ebedî azaptadırlar artık!

Bu nedenledir ki, ben ister istemez kendi hâllerine bıraktım onları, sorumluluk yularını kendi boyunlarına attım mecburen. Ben hakikat ve delil silâhıyla onları çepeçevre kuşatmış olduğum hâlde onlar “başkasının hakkını gasp etme”nin ağır yükünü omuzlamış oldular.

O hâlde elleri, ağızları ve dudakları kopsun onların, helâk olsunlar umarım! Yazık ettiler kendilerine!

Hakkın, risalet ve peygamberlik merkezinde yerleşmesine neden engel oldular? Nebevî hilâfet karargâhını neden vahyin indiği evden uzağa taşıdılar? Cebrail bu eve inmiyor muydu?! Risalet aslı bu evin temelleri üzerine kurulu değil miydi?!

Niçin dünya ve ahiret işlerini pek iyi bilen insanları bir kenara itip liyakatsiz ve ehil olmayanları onların yerine geçirdiniz?

Hiç şüphesiz pek büyük ve apaçık bir ziyan ve hüsrandır bu.

Ebu’l-Hasan’a kin beslemeleri ve onu sahne dışı bırakmalarının nedeni neydi?

İsterseniz ben söyleyeyim!

Çünkü onun adalet kılıcı akraba ve yabancı gibi bir ayrım yapmazdı.

Çünkü o ölümden korkmazdı.

Çünkü kılıcının bir ağzıyla şirk, küfür ve fesat elebaşılarını keser, diğer ağzıyla da gerisini ürkütüp yerine oturturdu o!

Çünkü Allah rızası yolunda kimseden ve hiçbir şeyden çekinmezdi o, bu yolda kimseye acımaz, zerrece müsamaha göstermezdi.

Allah’ın hükümlerini uygulama hususunda asla gevşeklik göstermez, uzlaşma yoluna gitmezdi!

Eğer ötekilerin karşısına dikilir ve Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye bırakmış olduğu halifeliği onun elinden çekip almasaydınız, Ali bütün işleri yoluna koyardı; ümmeti kolayca mutluluk ve saadete götürürdü, maksada ulaştırırdı. Kimsenin hakkı zerrece çiğnenmeksizin hem de! Şu bineğin hareketi de bunca acı vermezdi o zaman!

İşte o zaman Ali, halkı daima dupduru, daima berrak ve durmaksızın akan pınarın başına götürürdü. Bir pınar ki ne suyu kesilir, ne bulanıklık görülür onda... Her yanında su taşıp akar, herkes doyasıya içip kanardı; kimse susuz kalmazdı o pınarda!...

İnsanların olduğu ve olmadığı yerde Ali daima onların hayrını ister, ona göre davranırdı, kendi şahsî çıkarları için değil. Beytülmali kendi meylince kullanacak biri değildi, çünkü Ali. Şu değersiz dünya malından, ancak ihtiyacını alırdı. Susuzluğunu giderecek kadar su ve açlığını bastıracak kadar birkaç lokma. Hepsi bu! Ali bu kadarını bile güç belâ kullanırdı hatta; ter döküp zorluk ve zahmet çekerek alırdı, o bir yudum suyla bir lokmayı da dünyadan!...

Ali bizzat terazi ve ölçüdür; terazinin dili bizzat Ali’dir. Eğer o halife olsaydı, kimin züht ve takva ehli, kimin hırs ve tamah düşkünü olduğu belli olurdu; kimin doğru söyleyip kimin yalanlar uydurduğu apaçık çıkıverirdi ortaya. Nitekim Kur’an-ı Kerim de şöyle buyurmuyor mu:

“Bedeviler iman edip takvalı olsalardı, yerin ve göğün bereket kapılarını onlara açardık; ama onlar yalan söylediler, biz de kazandıklarına karşılık onları yakalayıverdik.”

Sizin bu durumunuzu Kur’an şöyle anlatır:

“Bunlar içinde zulmedenler yok mu, kazandıklarının kötü sonuçları pek yakında kendilerine ulaşacaktır; onlar bizi acze uğratamazlar.”

O hâlde iyi dinleyin ve kulağınızı dört açın!

Gerçekten de feleğin ne tuhaf oyunları var; ne acayip hadiseler vuku bulmakta sahiden!

Ama bunların söyledikleri çok daha şaşırtıcı!

Erkeklerinizin niçin böyle yaptığını bilseydim keşke! Hangi sığınağa sığındılar, hangi dayanağa dayandılar bu yaptıklarıyla?! Hangi ipe sarıldılar?! Hangi durağı seçtiler?! Hangi aileden öne geçtiklerini bir bilseler... Kimlere galip oldular yani?! Neye güvenerek bunca cefayı reva gördüler?!

Ne de kötü bir veli seçtiler kendilerine; ne de kötü bir yerde konakladılar!

Zalimler pek kötü bir menzilde konaklarlar; pek çirkin neticeler görür, pek kötü sonlara uğrarlar!

Allah’a andolsun ki, uçulabilecek kanatlar yerine kürkler ve kumaşları tercih ettiler; kuyruğu başa tercih ettiler!

O hâlde çirkin ve iğrenç davrandığı hâlde pek isabetli ve iyi davrandığını zanneden kavme lânet olsun!

Kur’an-ı Kerim; “Bunlar bozguncudurlar, ama kendileri bilmezler bunu.” buyurmaktadır onlar hakkında.

Vay onların hâline!

Kur’an’ın şu buyruğunu bilmez misiniz:

“Gerçekten yolu bulmuş olan mı itaate daha lâyıktır, yoksa kendisine yol gösterilmeye ihtiyacı olan ve bir kılavuzu olmazsa yolu bulamayacak olan mı?!”

Ne oluyor size?! Bu ne biçim yargı ve karar Allah aşkına?! Uyarırım hepinizi! Canıma yemin olsun ki, fitne tohumları ekildi, fesat yayılmaya başladı!

O hâlde bu uğursuz tohumun yeşermesini bekleyin, fesadın neticelerini pek yakında görürsünüz.

Bundan sonra İslâm ve hilâfet devesinin memesinden süt yerine kan fışkıracak, öldürücü bir zehir akacak.

İşte o zaman, batıla meyledenler hüsrana uğrayacak ve gelecek nesiller, geçmişlerinin yaptığı işlerin neticesini görecekler.

Bu kalpleriniz ve bu fitnelerinizle, sizi bekleyen yalın kılıçları, istila ve zulümleri göreceksiniz yakında.

Sonu sınırı olmayan bir hercümerç ve anarşi saracak sizi; zalimce ve pek acı bir istibdat göreceksiniz ilerde. Malınız mülkünüz ve haklarınız yağmaya gidecek bundan böyle; sizi tarumar edecekler.

Yazıkları olsun size! Acınacak hâldesiniz! Hasret içinde kalacaksınız. Sonunuz ne olacak böyle?! Yazık ki hakikati görebilecek göz ve tahammül yık sizde! Bu durumda, çekindiğiniz bir işi nasıl yaptırabilirim ben size?!”

Söylenecek çok şeyler vardı daha, gözlerinizden anlamıştım bunu. Yüreğinizin tam tepesine çöke kalmış olan o ağır yük, bu birkaç cümleyle hafifleyecek gibi değildi çünkü. Ama nefesiniz tıkanmış, pek yorulmuştunuz.

Böğrünüz ve kaburgalarınız yaralıydı çünkü.

Derin bir nefes alır gibi oldunuz; çok yanık bir ah çektiniz.

Oradaki kadınların yüzlerine dikkatle baktım. Yüzlerindeki ifadenin hayret ve şaşkınlık mı, utanma ve mahcubiyet mi, hasret ve gam mı, yoksa pişmanlık ve nedamet mi olduğunu anlayabilmek güçtü.

Tuhaf, ama çok tuhaf bir anlam vardı yüzlerde... Belki de bu ifadelerin tamamını kapsayan bir anlamdı bu; kim bilir?!

Her duygunun kendine has bir tepkimesi vardır ki, insanın yüzüne ve mimiklerine de yansır çoğu kez; ama birkaç duygu birbirine karışınca bu reaksiyonu anlamak da bir o kadar güçleşiyor.

Bu nedenledir ki, hiçbiri ne yapacağını bilemiyordu. Derken içlerinden biri konuştu, ama; “Hatamızı anladık, biatimizi geri alıp doğru yola dönüyoruz artık.” diyeceği yerde:

- Eğer Ebu Bekir’le biatleşmeden önce bunları bilseydik, kesinlikle biat etmezdik, Ali’den başkasıyla biatleşmezdik; ama artık biat ettik bir kez! dedi.

Büyük bir yalandı bu. Tıpkı uykudaki insana benziyordu hâlleri. Çağrılınca; “Ben uyuyorum şimdi, seni duymuyorum.” diyorlardı açıkça... Evet, başını kuma gömen insanlar...

Küstahlık, hatta alçaklıktı bu...

Dayanamayıp haykırdınız:

- Yeter! Gidin artık! Bunca bahane, bunca özür yeter... Yaptığınız işlerden sonra bu söyledikleriniz tamamen anlamsız!

Sizi ziyarete gelenler arasında biri vardı ki hepsinden farklıydı; gönül dostuydu, dert ortağıydı, yiğit ve gözü pek bir kadındı: Ümmü Seleme!

Onların sorduğu soruya Ümmü Seleme de tekrarladı:

- Geceyi nasıl sabahladınız?

Onları âdeta azarlamış, tekdir etmiştiniz. Ama Ümmü Seleme’yle dertleştiniz:

- Nasıl sabahlamış olabilirim? İşim gücüm kederle gam arasında gidip gelmek; kimsesizlikle musibet arasında hervele etmek!... Bir yandan babamın yokluğu, bir yandan gözlerimin önünde kocamın hakkının elinden alınması...

Gördün işte, biliyorsun... Allah ve Resulü’nün hükmüne sırt çevirdilr; Resulullah’ın vasisi ve ondan sonra imam olan Ali’den hilâfeti alıverdiler. Niçin mi? Çünkü Ali’den nefret etmekteydiler gizlice... Bedir ve Uhut’ta müşrik ve mülhit babalarını öldürmüştü, Ali onların çünkü!

Ah! Ne diyebilirim ki ya Fatıma?! Ey Resulullah’ın (s.a.a) biricik kızı; ey Kevser! İnsanlık tarihi senden daha mazlum ve senden daha yalnız bir kadın görmüş müdür, bilmem; ama bunca büyüklüğüne rağmen bunca zulüm gören ikinci bir kadının olmadığını kesin! Ben sizden mahcubiyet ve ahlâk öğrenmeye geldim; ama bu sınırsız deryaya oranla ne kadar küçük bir testi olduğumu çok iyi anlıyorum artık.

Hayatınız boyunca hiçbir namahrem görmedi sizi. Buna rağmen siz, tabutla mezarlık arasındaki mesafeyi nasıl kat edeceğinizi düşünüyordunuz son nefeslerinizde kara kara... Yanı başınızda oturmuştum.

- Esma! dediniz, Şu tahta üzerinde cesedin götürülmesi çok kötü! Cesedin kadın mı, erkek mi olduğu belli oluyor. Vücut hatlarının belli olmadığı bir tabut yapılsaydı keşke!

Bu hassasiyet, iman ve mahcubiyete takdir ve sevgiyle eğilmemek elde mi?! Son demlerindeyken hem de! Gözyaşlarımı tutamadım, gülümsemeye çalışarak:

- Habeşistan’da bulunduğum günlerde kenarları yüksekçe bir tabut görmüştüm, ölüyü içine yerleştirip üstüne de bir örtü çekiyorlar! dedim.

Sonra da birkaç hurma dalı ve yaprağıyla şeklini göstermeye çalıştım.

Siz pek sevindiniz. Çocuklar gibi neşelendi yüzünüz:

- Çok güzel! dediniz, Cesedin kadın mı erkek mi olduğu hiç belli olmuyor. Bana da böyle bir tabut yaptır, onun içinde götürün beni mezarlığa!

Benden bir şey istediğiniz için çok sevinmiş, ama bunun sağlınızda değil, ancak ölümünüzden sonra size yarayacak bir şey olmasına da üzülmüştüm doğrusu.

Onu yaptırdım, hazır şimdi... Benim sizi değil, sizin beni o tabuta koymanızı arzulardı gönlüm... Kaderin çok zor cilveleri var gerçekten... Şahit olup da dayanabilmek her yiğidin kârı değil...

 

Yeni yorum ekle