10. Bölüm

10. Bölüm

Ölme anne, n’olur ölme! Hem, neden bu kadar erken?! Bizim yetim ve öksüz kalmamız için de çok erken değil mi şimdi?!

Çok küçüğüz biz daha... Ne oyuna, ne çocukluğumuza doyabilmiş değiliz henüz. Omuzlarımız öksüzlüğün ağır acısını taşıyamayacak kadar narin.

Henüz filizlenmiş minik bir fidan elbette ki bakım ister, bahçıvan ister; sıcağa, soğuğa, fırtınaya nasıl dayanır?! Biz daha küçüğüz anne... Nasıl dayanırız seni bile yıkan bu fırtınalara?!

Ama, hayır... Kalma... Bizi korumak, bize kol kanat gerebilmek için kalmanı da istemez gönlümüz doğrusu, bu kalınması zor mekân ve zamanda...

Sen tedavi ve bakıma muhtaçsın zaten, şu yaralı hâlinle... Kalacaksan, bizim konuğumuz olarak kal, gözümüz gibi bakalım sana, yaralarını sarıp iyileştirelim.

Sen şimdi tıpkı bir cankurtaran gemisine benzemektesin şu hâlinle... Fırtınaya yakalanmış bir gemi... Boğulmakta olanların, sığınacakları yerde, cahillikleri yüzünden attıkları taşlarla kırık dökük olmuş, böğründen yara almış bir gemi... O fırtınada kendisini kurtaracağı yerde, boğulmak üzere olanları kurtarabilmek için fırtınanın en şiddetli zamanı ve dalgaların en azgın yerinde demirleyen gemi...

Bizleri öksüz bırakmamak için kal... Senin gibi bir annemiz olsun diye kal... Anasız bırakma bizleri.

Çok yorgunsun, biliyorum... Çok acılar çektiğini, çok felâketlere uğradığını, çok yıpratıldığını biliyorum. Ve kalmaktansa gitmeyi tercih ettiğini ve o diyarı bu diyardan çok daha fazla sevdiğini de biliyorum.

Ama sen güneşsin anne... Gitme, kal ne olur... Aldırma sen o yarasalara, onların bulaşıcı körlüğü sıkmasın canını; güneşe ve aydınlığa gönül veren şu birkaç “gerçek aşık” için kal.

Biliyorum gerçek âşıkların ne bulunmaz olduğunu... Görebilen bir göz, hissedebilen bir kalbin peşindesin şu ruhunu yitirmiş cemaat arasında... Bir elin parmaklarını geçmedi bulabildiklerin, biliyorum...

Çocuk olabilirim anne; ama senin o hasta hâlinle bir merkebe binip babam Ali ve ağabeylerim Hasan ve Hüseyin’le birlikte gece yarıları teker teker Ensar ve Muhacirlerin kapılarını çalıp onları haktan ve haklıdan yana tavır koymaya davet ettiğinizi de biliyor ve hatırlıyorum; onlardan Allah aşkına yardım istiyor ve şöyle diyordun:

“Ey Muhacirler ve ey Ensar! Allah’a, Resulü’ne, Resulü’nün vasisi ve kızına yardım edin! Sizler, Resulullah’la ahitleşmediniz mi?! Senin çocuklarına kendi çocuklarımız gibi davranacağız diye söz vermediniz mi?!

Bizlere yapılacak bir zulüm ve haksızlığa, kendinize yapılmışçasına karşı çıkıp direneceğinize dair babamla ahitleşmediniz mi?!

Niçin şimdi ahdinizi yerine getirmiyorsunuz?!”

Evet... Sizin bu sözünüzü duydular, ama yardımınıza koşmadılar, sözlerinde durmadılar, ahitlerine vefa göstermediler. Her biri bir bahane sürüyordu öne; çocukları bile güldüren sudan bahaneler...

“Keşke daha önce gelseydiniz! Biz Ebu Bekir’le biatleşmiş olduk, bir kez artık!”

“Ah! Daha önce deseydiniz size biat ederdik!”

“Bizim için ne fark eder ki?! Siz söyleseydiniz size biat ederdik!”

“Siz haklısınız, ama olmuş bitmiş artık!”

“Yazık! Peygamber’in nassını nasıl da hatırlayamadık o sırada!”

“Aaa! Gadir-i Hum hadisesini unutmuştuk; ama artık oldu bir kere; biatleşmişiz onunla!”

“Evet, tathir ayeti sizin için inmiştir, biliyorum, ama...”

“Fedek’i Hz. Resulullah’ın (s.a.a) size bağışlamış olduğunu biliyorum, ama doğrusu halifeyle de dalaşmak istemiyorum, beni anlıyorsun değil mi?...”

“Çoluk çocuğumuz var; bizi karıştırmayın bu işlere...”

Evet... Yukarıdaki laflar şu bildiğimiz Ensar ile Muhacirler denilen cemaatin ağzından çıkmadaydı. Onlar böyle dedikten sonra diğer Müslümanları varın siz düşünün artık...

Hiç unutmam; böyle gidip kapısını çaldığınız son ev, Muaz bin Cebel’in eviydi. Sizi dinledikten sonra şöyle demişti:

- Size destek veren başkaları da var mı?

Ve sen tek bir sesle şöyle demiştin anne:

- Hayır! Hiç kimse yok...

- O hâlde sadece benim ne faydam dokunur size?!

Bu “hayır” demekti yolunca...

Sen Muaz’dan yüz çevirip:

- Muaz! dedin, Resulullah’la görüşünceye kadar seninle konuşmayacağım artık.

Senden sonra Muaz’ın oğlu gelmiş eve. Olayı öğrenince senin son sözlerini babasından dinleyince:

- Ben de Resulullah’ın huzuruna çıkıncaya kadar konuşmayacağım seninle artık baba! demiş.

Dedem Resulullah (s.a.a) bunu insanlara anlatabilmek için çok çırpındı, ama insanların çoğu anlamadı yine de, anlamak istemedi...

Herkesin huzurunda, herkesin duyması için defalarca tekrarlayıp durdu bunları:

“Ya Fatıma! Senin sevgin cennete girme iznidir; senin gazabın cehennemi boylamak demektir!”

“Ya Fatıma! Senin rızan Allah’ın rızası, senin dargınlığın Allah’ın darılmasıdır.”

Hem... Bütün bu felâketler dedem Resulullah’ın vefatından sadece birkaç gün sonra vuku buluyordu ve en acı olanı da buydu!

Evet, birkaç yıl değil, sadece birkaç gün sonra!

Senin rahatsızlığını bilmeyen kaldı mı?! Mevcut durumdan razı olmadığını ve vaziyeti “gasp” kelimesiyle tabir ettiğini bilmeyen kim vardı şu Medine’de?!...

Eğer biri kalkıp da; “Annenin yüzündeki tokat izini, Ömer’in tokadının izini ben görmüş değilim şahsen!” diyecek olursa, hiç düşünmeden “Ya kolu?!” diye sorarım hemen, “Kolundaki kırbaç izlerini de mi bilmiyorsun sen?!” Yine bilmediğini söylerse, o zaman; “Kapıyla duvar arasında kaldığında yükselen acı feryat... Onu da mı duymadın, iniltilerini işitmedin mi annemin?!” derim.

İşitmediğini söyleyecek olursa, evimizin kapısının ateşe verildiği o lahzayı hatırlatırım ona; “Ateşle dumanı da mı görmedin?!” derim, “Resulullah’ın evinin kapısından yükselen dumanları fark etmedin mi sen yani?!”

“O duman benim gözüme kaçmadı.” ya da “Ben öyle bir ateşi fark etmedim hiç.” diyecek olursa; “Annemin gece gündüz ağlayışını da fark etmedin öyle mi?!” diye sorarım, “Medine’de duymayan, görmeyen kalmadı onun yüksek sesle ağladığını... Nasıl unutabilir o günleri insan?! Komşular gelip de babama şikâyet etmemişler miydi?! “N’olur şu Fatıma’ya söyleyin ya geceleri ağlasın ya da gündüzleri... Gece gündüz ağlıyor, bizim de huzurumuzu kaçırıyor ağlamasıyla...” dediklerini bilmeyen, duymayan mı kaldı şu Medine’de?!”

“Bunu da duymadım, görmedim.” Diyene; “Ya onun Mescid’ün-Nebi’deki konuşması?! Onu da mı duymadın, onu da mı bilmiyorsun?!” derim ve haykırırım: “O gün Mescid’ün-Nebi’ye gelmeyen bir tek Medineli yoktu çünkü!!!”

Yine de “Yoktum, görmedim, duymadım.” diyecek olursa; “Ya halifeye dargınlığı?!” diye sorarım, “Halifeye darıldığını inkâr edemezsin ya! Onun Ebu Bekir’le Ömer’i konuşturmadığını ve onlardan küstüğünü bilmeyen kalmadı, bu haber bomba gibi patlamıştı çünkü. Sonunda bir ölüden, canlı bir cenazeden farksız hâle gelmiş olan halktan itiraz sesleri yükselmeye başlamıştı:

“Resulullah’ın kızı, halifeyi konuşturmuyormuş, halife ne yapmış acaba?!” fısıltıları şehrin duvarlarını yalayıp geçmedeydi her gün.

İkisi de bu duruma bir çözüm yolu aramak için kara kara düşünmek zorunda kalmış, yeni hileler, yeni oyunlar arar olmuşlardı.

Ah anne! Hatırlıyorum da... Kimleri göndermediler ki... Senin bu küskünlüğünü bırakıp onları konuşturman için akla gelebilecek herkesin aracılığına başvurdular, ama sen hepsini reddettin.

Sonunda babam Ali’nin eline ayağına düştüler.

Babamı biliyorlardı çünkü... Bir rahmet yağmurundan farksızdı babam; Müslüman olsun, kâfir olsun, herkese yağardı, dileyenin dileğini yerine getirebilecekse esirgemezdi ondan. Amr bin Abdüved gibi birinin göğsünden kayıtsız şartsız kalkıp gidebilen bir Ali, düşmanının bu ricasını geri çevirmeyecek kadar büyüktü. Bu ricada ne gibi maksatlar gizli olduğunu bile bile, düşmanının kurduğu oyundan haberdar ola ola hem de!...

Babam o gün eve geldiğinde senin döşeğinin başucuna çöküp:

- O ikisi... Seninle görüşmek, konuşmak istiyorlar. Ne dersin? demişti.

O sırada babama verdiğin cevap beni hâlâ her hatırlayışımda ağlatır:

- Aliciğim! demiştin, benim fikrimi bilmiyor değilsin. Ama burası senin evin... Ve hür doğup hür ölecek olan bu Fatıma da senin bir hizmetçin sayılır ancak...

Babam da ağlamıştı...

O ikisi içeri girip de selâm verdiklerinde sen cevap vermemiş, yüzünü duvara doğru çevirerek onlardan tiksindiğini açıkça belli etmiştin.

Ebu Bekir başlamıştı söze:

- Biz hata ettik, pişmanız. Buraya, senin bizi affetmen için geldik, özür dilemekteyiz senden, n’olur kabul et!

Yalandı bu... Bu sözleri söyleyebilmek yüz isterdi doğrusu. Çünkü özür dileyecekleri yerde, hatalarını düzeltebilirlerdi pekalâ. Ne yapmaları gerektiğini kendileri de çok iyi bilmedeydi. Hilâfeti ve Fedek’i gasp etmiş; bu arada seni de tokatlamışlardı.

Bu iki hatanın düzeltilmesi demek halifeliği ve Fedek’i ehline ve hak sahibine geri vermek demekti.

Bu ikisi içinse hiç de geç kalınmış sayılmazdı, eğer sözlerinde doğru olsalardı...

Ama ne hilâfetten, ne Fedek’ten söz etmiyordu hiçbiri..

Hiçbir şey olmamışçasına, bir de affedilmekten söz ediyorlardı zerrece utanıp sıkılmadan...

Yalan söylüyorlardı işte. Yaptıklarından hiç de pişman değildi ikisi de. Hem hilâfet ve Fedek’e sahip olmak, hem de Müslümanlar arasında “senin tarafından dışlanmış oldukları imajını silmek” istiyorlardı. Bu ikisinin birlikte gerçekleşmesi ise mümkün değildi. Zer ve zoru (para ve iktidarı) ele geçirmişlerdi, tezviri (yalan ve yanlışı doğru diye yutturma) de elde etmeye çalışıyorlardı şimdi... Ama sen o muazzam feraset ve basiretinle bu yolu tıkamıştın onlara.

İnsanlara “Fatıma bizi muhatap aldı, bizimle konuştu” diyememeleri için babamı muhatap alarak onlara şöyle demesini istedin.

- Ben sizinle konuşmamaya ahdettim; ama madem ki geldiniz bir sorum var size; dürüstçe cevap verecek misiniz?

İkisi de, dürüst cevap vereceklerine dair Allah’a yemin ettiler. O zaman sen, Resulullah’ın (s.a.a) şu buyruğunu bizzat kendi kulaklarıyla ondan duyup duymadıklarını sordun:

“Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır, o bendendir, ben de ondan. Onu inciten beni, beni inciten de Allah’ı incitmiş olur. Ben hayattayken onu incitenle, vefatımdan sonra onu incitenin durumu aynıdır.”

Her ikisi de; “Bu hadisi Resulullah’tan (s.a.a) bizzat duyduk.” diyerek yemin ettiler.

Sen sorunu ve hadisi üç kere tekrarladın. Her üçünde de bu cevabı alınca ellerini göğe kaldırıp şöyle dedin:

- Allah’ım, şahit ol! Şu anda burada bulunan herkes de şahit olsun ki şu ikisi beni incittiler, ben bu iki kişiden razı değilim ve Rabb’imle buluşuncaya kadar da bunlarla konuşmayacağım. Ya Rabbi! Huzuruna vardığımda şu iki kişiden şikâyetçi olacağım sana, bunların bana ettiği cefaları anlatacağım...

Ebu Bekir bu sözleri duyunca ağladı, rahatsızlık belirtisi gösterdi; “Keşke ölseydim de bu günü görmeseydim, annem beni doğurmamış olsaydı keşke!” dedi.

Dedi ama, zorla gasp ettiği hiçbir şeyi de geri vermedi. Onun sahiden ağladığını zanneden Ömer de sinirlenerek Ebu Bekir’i hemen orada azarlamadan edemedi:

- N’oluyor sana?! Kendine gel be adam! Seni halife seçenlerin aklına şaşarım! Bir kadının öfkesinden rahatsız oluyor, onun rıza ve hoşnutluğunu arıyorsun ha?! İncinmişse incinmiş, sana ne oluyor?! Kalk hadi, gidelim!

Hep böyle oluyordu zaten. Ebu Bekir’i kaldıran da, oturtan da Ömer’di daima.

Her ikisi de çıktılar; avam halkı kandırabilmek için aradıkları malzemeleri bulamamışlardı bizim evde.

Salâbet timsali olan babam senin bu direncini takdirle karşılamıştı... Ama senin mazlum hâlinin onu kahrettiğini de bilmiyor değildim. Ah anne!... Henüz on sekizinde ve genceciktin çünkü sen... Ama öylesine çökmüş, öylesine hastalanmıştın ki... Seni o hâlinle görüp de kahrolmamak elde değildi...

Allah Teala senin düşmanlarından pek çetin bir intikam alacak, bunu çok iyi biliyorum; birkaç ay zarfında habislik ve kötülük törpüsüyle ömrünü tükettiler genç yaşta senin çünkü...

Ah anne! Kızın Ümmü Gülsüm kurban olsun o giderek fersizleşen gözlerine, o solgun mu solgun yüzüne; acılar içinde kıvrandığın hâlde bana, minik Ümmü Gülsüm’üne dünyalar dolusu şefkat ve sevecenlikle gülümseyen o unutulmaz çehrene...

 

Yeni yorum ekle