8. Bölüm

8. Bölüm

 

 

Gam ve keder, derin yara gibi tıpkı... Geliveriyor birden; ama gitmesi çok uzun sürüyor, ve ne zaman kapanacağı belli olmuyor. Hele bir de tuz biber dökerlerse... Yaranı deşerlerse... Yapayalnız bırakır, feryadına koşmaz, sesine cevap vermezlerse...

 

O çok zor işte... Ne anlatması kolay, ne de anlaması. Dumansız bir ateş gibi yakar kavurur seni, ama ateşini gösteremezsin kimselere... Kimsecikler de fark etmez, dumanı olmadığından.

 

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümü, sırf babanın ölümü değildi senin için, biliyorum... Allah Resulü’nün de ölümüydü aynı zamanda; mesajın ölümü, ışığın ölümü, güneşin batışı ve mumun sönüşüydü, zifiri karanlıklarda...

 

Hatırlıyor musun, o gün “Bize Allah’ın Kitabı yeter!” diye bağırarak yüz çevireni?... Allah’ın Kitabı’nı tanımıyordu o. Peygamber’in iki ağır emaneti olan Kur’an ve Ehl- Beyt’ten birinin bırakılmasının, diğerinin de bırakılması anlamına geldiğinin farkında değildi. Bu durumda düzen ve dengenin bozulacağını bilmiyordu o cahil. Güvercinin iki kanadından birini kırmanın pek büyük bir vebal olduğunu, tek kanatla uçulamayacağını, hatta düşe kalka yeryüzünde yürümeyi bile zorlaştıracağını anlamıyordu işte...

 

Sadece o değil; halk da bilmiyordu, imamsız bir kitabın kitap olmadığını; ruhsuz ve cansız birkaç sayfadan ibaret olacağını; imamsız kıblenin kıble olmadığını; imamsız Kâbe’nin bir taş yığınından hiçbir farkı bulunmadığını ve imamsız Kur’an’ın “içinde ev sahibinin bulunmadığı ev”e benzediğini.

 

Ev sahibinin bulunmadığı bir eve misafir giden, elbette ki aç dönecektir...

 

Resul’ün ölümü sırasında mesaj kitabının da öldürüldüğünü gözlerinle gördün sen. “Mesaj getiren”in gidişiyle birlikte “mesaj”ın da nasıl ört bas edilmeye çalışıldığına bizzat şahit oldun.

 

Sen haklıydın. Senin durduğun yerden her şey açık seçik görülebilmedeydi. Geçmiş ve gelecek hadiselerden haber vermedeydin sen. Her şeyi görüyormuşçasına hem de...

 

Allah Teala, Peygamber ile babama -Peygamberlik ve imamet dışında- verdiklerinin tamamını sana da vermişti.

 

Bir keresinde babamın yanında arş, kürsü, geçmiş ve gelecekten öylesine söz ettin ki, babam hayretle alelacele Resulullah’a koşup durumu anlatınca dedem:

 

“Evet,” dedi, “bizim bildiklerimizi o da bilmektedir.”

 

Kimseler inanmasa da ben, dedemin irtihalinden sonra Cebrail’in bu evden her zaman için ayrılmaya gönlünün razı olmadığından ve yerle gök arasındaki ilişkinin süregeldiğinden eminim.

 

Dedem Resulullah (s.a.a) dünyadan göçer göçmez gelecekte vuku bulacak bütün fitne, acı ve felâketler bir anda gözlerinin önünden geçiverdi âdeta. “Eyvahlar olsun! Babam!...” diyerek haykırışın arşı titretmişti o gün.

 

Babamın elleri dedem Resulullah’ın pâk naaşını gusülle meşgulken, Benî Saide Sakîfesi’nde olup bitenleri biliyorsun.

 

İşte böylece o iki cihan serveri Muhammed’in (s.a.a) mutahhar naaşı henüz yerdeyken kara bulutlar sarmaya başladı İslâm ufuklarını... Ve... Fitne yağmuru yağmaya başladı.

 

Harun Musa’yı ölümsüzlük Tur’una uğurlamaktayken tebaası, ahireti unutmuşçasına kır kırana makam kavgasına tutulmuştu. Karşılığında işe yarar bir dünya olmaksızın hem de... Böylece dünyada da, ahirette de hüsrana uğramıştır onlar; ne de büyük bir hüsrana hem de...

 

Muen bin Adiy ile Uveym bin Saide, koşarak Ömer’e geldiler:

 

- İktidar elden gitti, işi bitiriyorlar!

 

- Nerede?

 

- Sakîfe’de!

 

- Başlarını kim çekiyor?

 

- Sa’d bin Ubade!

 

Ömer hemen gidip Ebu Bekir’i buldu:

 

- İş işten geçmeden biz de gidelim. Bakarsın...

 

Yolda, Ebu Ubeyde Cerrah’ı da alarak alelacele ve telâşla Sakîfe’ye yollandılar.

 

Sakîfe’de Sa’d bin Ubade kolları sıvamış, “iktidar devesini” önüne katmış gütmedeydi. Bu arada hastaymış gibi görünerek ve güya “pek istekli olmadığı, ama kendisine ısrar edildiği için” devenin yularını yavaş yavaş ve nazla kendisine doğru çekmedeydi.

 

İşte bu sırada öbür üçlü de yetişiverdiler...

 

Öyle yağma olur muydu?... Ya onlar?...

 

Bu üçlü yetişir yetişmez, yara bere içinde kalmış olan “iktidar devesi”ni Ensarın elinden kaparak dişlerinde alıp götürdüler...

 

Evet... Sahibine vermek için değil, kendileri parçalayabilmek için...

 

Deve sahibi matemler içinde; kaybettiği azizinin guslü ve kefeniyle meşgul olup o acıyla devesini de, yularını da unutmuş bir hâlde iken cereyan ediyordu, bütün bunlar.(15)

 

Ömer her zaman yaptığı gibi burada da işi kızgınlık, sinir, öfke ve şiddete dökmüştü. Sa’d ile sert ve çirkin bir tartışmaya girdiyse de Ebu Bekir hemen bir kenara çekip hatırlattı ona:

 

“Sakin ol... Burada şimdilik yumuşak davranmamız lâzım...”

 

Ve Ebu Bekir hemen dizginleri ele geçirmiş oldu... Muhacirler ve Ensarın her ikisini de öven bir konuşma yaptı ilkin. Böylece herkesi biraz yatıştırmış oldu. Ama sözlerinin devamında Muhacirlerin biraz daha üstün olduğunu, onların devlet ve devlet başkanlığına, Ensarın da tabii ki vezirliğe lâyık bulunduğunu söyledi...

 

Onun meseleyi tereyağından kıl çeker gibi halletmesi, olayı “bir ayak sürçmesi” ve bir “oldubitti” olarak tanımlayan Ömer’i bile şaşkına uğratmış ve daha sonraları “Ben bu konuda daha önceden ne hileler düşünmüş idiysem, Ebu Bekir ya tıpatıp aynısını, ya da daha kurnazcasını uyguladı orada!” demesine yol açmıştı.

 

Bu olaylar vuku bulmadan çok daha önceleri Hz. Resulullah (s.a.a):

 

“Ümmetimi, Kureyş’ten olan bu güruh helâk edecek!” buyurmuştu.

 

“O zaman Müslüman halka düşen nedir?” diye sorulduğunda da şöyle buyurmuştu:

 

“Keşke böyle bir olaya bulaşmasalar...” (16)

 

Önce Ebu Bekir centilmence bir tavır sergileyerek halifeliği Ömer’le Ebu Ubeyde Cerrah’a teklif edecek, onlar da “Aaa! Siz dururken bize düşer mi hiç?!” diyerek hemen Ebu Bekir’in eline sarılıp biat edecek ve böylece işi oldubittiye getirerek diğerlerinin de biat etmesini sağlamış olacaklardı...

 

Ve aynısını yaptılar... İş, oldu bitti!

 

Ebu Bekir, ilkin Muhacirler ile Ensarı öven, sonra da Muhacirlerin daha üstün olduğu, bunun için Muhacirlerin “sultan” Ensarın da “vezir” olması gerektiğini belirten nutkunu tamamladıktan sonra:

 

“Şimdi ya Ömer’e, ya da Ebu Ubeyde Cerrah’a biat edin, bitsin bu iş!” dedi.

 

Ömer hemen atıldı:

 

“Hayır, vallahi olmaz; siz varken hiçbirimiz el atmayız bu işe. Ver elini biat edeyim sana!”

 

Ebu Bekir hiç bekletmeden hemen elini uzattı... Önce Ömer, ardından Ebu Ubeyde Cerrah, sonra da Huzeyfe’nin kölesi Salim biat ettiler. Bu üç biat üzerine Ömer çok sert ve kırıcı ifadeler kullanarak orada bulunan diğerlerinin de “Peygamberin Halifesi”ne (?!) biat etmelerini istedi.

 

Babam, dedem Resulullah’ı (s.a.a) gusül ve kefenle meşgulken dışarıdan tekbir sesleri yükselmişti. O sırada içeride bulunan büyük amcamız Abbas’a:

 

“Amca, bu tekbirler neyin nesi?” diye sordu.

 

Abbas:

 

“Olmaması gereken şey oldu işte!” diye cevap verdi.(17)

 

O sırada babamın içinde bulunduğu durum kimilerine göre “gaflet” ve “bulunması gereken yerde bulunmama”ydı. Ama gerçek hiç de öyle değildi aslında... Babam, bulunması gereken yerdeydi o sırada aslında...

 

Sahi... Allah’ın Peygamberi’nin cenazesi henüz yerdeyken, bir Müslümanın Peygamber’in yanında mı bulunması, yoksa o mutahhar naaşı gusül ve kefenlemeden öylece yerde bırakıp Sakîfe’de koltuk kavgasına mı koşması gerekirdi sence?...

 

Evet, haklısın anne... O sırada Allah Teala, iman sınıfında bir imtihan daha almakta ve “yoklama” yapmaktaydı.

 

Ve bu hassas “yoklama” sırasında Resulullah’ın (s.a.a) yanında bulunmayanlar deftere “yok” yazılmadaydı... “Burada!” ve “Gelmedi!” kelimeleri çok büyük anlamlar ifade ediyordu o sırada anne... Allah’ın dini, Allah’ın sevgilisi yerdeyken, onun yanı başından ayrılmayanlar sınıfı geçtiler; bulunmayanlarsa vesvese, kuruntu ve desiselere kapıldılar...

 

Işığın yanında ve ışıkla birlikte olan, yolunu kaybetmeyecektir elbet o zifiri karanlıkta...

 

Ayın gökte olması ve güneşten ışık alması gerekir, birkaç ateşböceği için ayın yere inecek kadar tenezzül etmesi yakışmaz elbet. Fitne bulutları çok geçmeden Sakîfe damını geride bırakarak Peygamber’ in evine ulaştı... Evin önünde gürültüler giderek artıyordu, homurdanmalar işitiliyordu. Birden, kapı şiddetle yumruklanmaya başladı, Peygamber’in sade evi sarsılmıştı bu darbelerle...

 

- Hey! İçeridekiler! Dışarı çıkın! Yoksa hepinizi evle birlikte yakarım!(18)

 

Ömer’in sesiydi bu!

 

Sen, dünyanın acı ve kederlerini omuzlamış olarak kapıya gittin, ama kapıyı açmadın.

 

- Ne istiyorsun bizden? Yaslı olduğumuzu görmüyor musun Hattap oğlu?! Yasımıza karışma bari!

 

Ama Ömer dinlemeyip bağırdı:

 

- Ali! Abbas! Haşimoğulları!... Hepsinin bugün camiye gelip Resulullah’ın halifesine biat etmesi gerekiyor!

 

- Hangi halife? Resulullah’ın (s.a.a) halifesi ve Müslümanların imamı burada; babam Resulullah’ın cenazesini gusül ve kefenle meşgul...

 

Ömer yine öfkeyle bağırdı:

 

- Müslümanlar Ebu Bekir’e biat ettiler, ona değil!... Aç kapıyı, yakarım yoksa!...

 

Bu sırada oradakilerden biri:

 

- Kapının arkasındaki Fatıma’dır... Resulullah’ın (s.a.a) kızı... Ne dediğinin farkında mısın sen?! Hem, Resulullah’ın evi burası!... dedi Ömer’e. Fakat Ömer aldırmıyordu bile:

 

- İçeride kim olursa olsun, ateşe vereceğim bu evi eğer dışarıya çıkmazsanız!

 

Yakılabilecek bir şeyler toplatıp kapının önüne yığdı Ömer... Çok geçmeden Resulullah’ın (s.a.a) evinin kapısından dumanlar yükselmeye başladı.

 

Sen, hâlâ kapının arkasında durmuş, onu hidayete çalışıyordun.

 

Kulaklarını kendi elleriyle tıkamış birine sesini nasıl duyurabilirsin anne?! Hayrı, şerri, peygamberlik ve imameti ona nasıl anlatabilirsin ki?!

 

O sırada içeride, dedem Resulullah’ın (s.a.a) yakın ashabından birkaç kişi daha vardı. Ama Peygamber’in evini müdafaa hususunda senden öne geçme saygısızlığı göstermeyecek kadar da edepliydiler.

 

Ömer, dedem Resulullah’ın eviyle birlikte seni ve onları yakıyordu şimdi.

 

Sen, nübüvvetle velâyeti birbirine bağlayan halkaydın anne; Peygamber’le vasisi arasındaki en yüce ve en mükemmel bağlantı.

 

O sırada kapının arkasındakinin, Resulullah’ın sevgili kızı biricik Fatıma’sı ve vücudunun parçası olduğunu bilmeyen yoktu.

 

“Fatıma vücudumun bir parçasıdır benim; onu inciten beni incitmiş olur, beni inciten de Allah’ı!” hadisini duymayan hiç kimse yoktu en azından Medine’deki Müslümanlar arasında...

 

Buna rağmen... Evet, buna rağmen... Ateş iyice yükselince Ömer, oradakilerin gözleri önünde, var gücüyle bir tekme savurdu kapıya...

 

Hamileydin anne...

 

O sıradaki can alan feryadını unutmam mümkün değil...

 

O şiddetli darbeyle; kapıyla duvar arasında kalıvermiştin!...

 

Aşura’yla korkutma beni anne! Kerbelâ’yla avutma beni... Aşura burası işte... O gün en büyük Aşura’ydı anne.. Ve de dedemin evi en büyük Kerbelâ...

 

Eğer bugün birileri kalkıp da Peygamber’in cenazesi henüz soğumamışken onun evini ateşe verip kızına saldırabiliyorsa, onun manevî çocukları da yarın elbette ki Peygamber’in çocuklarına saldırabilecek ve Resulullah’ın evlâtlarını Kerbelâ’da katledip, çadırlarını ateşe verecektir anne...

 

Yarınları, dünlerin ve bugünlerin doğurduğunu bilmiyor değilim ben...

 

Kardeşim Hüseyin’e Kerbelâ’da çekilecek kılıçların “Sakîfe atölyesi”nde yapıldığını ve o kılıçlara Sakîfe’de çifte su verildiğini biliyorum ben. Sa’d oğlu Ömer’in Kerbelâ’daki Karargâhının temelleri de Sakîfe’de atılmış olmadı mı?!

 

Eğer bugün “Ali” yalnız bırakılmamış olsaydı kardeşim Hüseyin Kerbelâ’da yalnız kalır mıydı anne?!

 

Hüseyin, Kerbelâ’da kendisine kılıç çekenlere Resulullah’ın (s.a.a) evlâdı, cennet gençlerinin efendisi olduğunu anlatmaya çalışıyordu ayetler, hadislerle... Halbuki sen bizzat Peygamber’in evinde ve onun Medineli komşularının gözleri önünde böylesine saldırıya uğramaktasın “ashap-ı güzide” tarafından!...

 

Peygamber’in evinde, Peygamber’in kızına saldırmak mı daha zor, Kerbelâ çöllernde Peygamber’in torunlarına mı?

 

Ve, hangisinin suçu daha ağır sence?...

 

Ah anne!... Kerbelâ’da hiçbir kadın duvarla kapı arasında kalıp çocuk düşürmeyecek... Sen, kendin anlattın Kerbelâ’yı en ince ayrıntılarına kadar bize... En fazla; esir düşeceğimizi, kırbaçlanacağımızı, aç ve susuz bırakılacağımızı söyledin biz Ehl-i Beyt kadınlarının... Ama böğrümüze paslı çivi batmayacak hiçbirimizin...

 

Ah, anne! Seni güç belâ kapının arkasından çekip çıkarırlarken, kapıdaki kanlı çivileri gördüm ben... Ah! Gördüm...

 

Ağlamamamı isteme benden anne; ağlamak ne ki; ölünse yeridir bu acıya... Bin kez ölse insan, yeridir senin başına gelenlere... Ben hâlâ nasıl yaşayabildiğime şaşıyorum zaten!

 

Aşura’dan daha çetin bir gün olmadığını nasıl söylersin anne?

 

Aşura günü oklanan bebek altı aylıktı...

 

O gün senin düşürdüğün kardeşim Muhsin’se dünyaya bile gelmemişti henüz...

 

O sırada can havliyle Fizze’nin kollarına nasıl yığıldığını ve acıyla inleyerek “Yardım et Fizze! Muhsin’im!.. Muhsinim’i öldürdüler...” dediğini gördüm ve duydum anne...

 

Bize sezdirmemeye çalıştın, ama ben oradaydım...

 

Ah... Dedem hayattayken bu evde biri sesini biraz yükseltecek olsa “Sesinizi yükseltmeyin” diye vahiy nazil olurdu hemen.

 

Eğer biri dedeme ismiyle hitap etse “Ona saygıyla seslenin...” emri gelirdi hemen...

 

Ve o gün... Ah!... Dedemin gusül verilmiş pâk naaşı henüz kurumamışken kapısını ateşe verdiler Resulullah’ın...

 

Aşura günü çadırları yakacak olan ateşlerin kavı, buradan alınmıştır işte...

 

Ah!... Bu mu olacaktı ümmetinin sana teşekkürü?!

 

Böyle mi ödenir karşılığı iyiliğin, Allah’ım?!

 

Annesinin derdini bilmeyen kıza kız evlâdı denir mi anne?!

 

O canhıraş feryadın arşı inlettiğinde Kerbelâ’yı kapıyla duvar arasında gördüm ben anne...

 

Kerbelâ beni şaşırtmaz artık... Aşura günü esirler kervanına öncülük edebilmem için Rabb’im eğitmekte şimdiden beni... O günkü imtihanı kazanabilmem için... Ama....

 

Bu nasıl bir imtihan ki Allah’ım, eğitimi kendisinden daha zor?!

 

Kerbelâ’da düşman küfür ve şirkini apaçık ortaya koymakta, vahyi ve Kur’an’ı reddetmektedir. (19)

 

Ama bunlar “İslâm tehlikede” diyerek geldiler; “Bir fitne olmasından endişeleniyoruz” diyerek fitneyi kopardılar.

 

Bundan büyük fitne mi olurdu sahi?!

 

Hem... Bir fitne endişesi vardı da; Ali gibi bir yiğidi niçin hemen haberdar etmediniz bundan?!

 

Ve fitne diyerek fitneyi kopardılar, sapmayı başlattılar, zulmettiler... Bundan büyük fitne, bundan büyük sapma, bundan büyük zulüm mü olur?!

 

Bu ne saygısızlıktı böyle Resulullah’a?!

 

Naaşı henüz yerde kalmışken hem de....

 

Keşke bu kadarla tamamlansaydı... Dahası var...

 

Seni öyle yarı cansız bir hâlde yere serdikten sonra eve doluştular...

 

Kapısı vurulmadan, izin alınmadan, selâm verilmeden girilmesi haram olan eve. Haramiler gibi üşüşüverdiler tepemize...

 

Seni o hâlde gören babam dayanamadı; Hendek saldırışıyla atılıp bir hamlede Ömer’i tüy gibi tepesine kaldırdı... Yere vurdu. Boynundan yapışıp burnunu kumlarda iyice ezdikten sonra doğruldu, tepesine dikilip çöl aslanları gibi kükredi:

 

- Ey Sahhak’ın oğlu! Muhammed’i peygamberliğe seçen Allah’a yemin ederim ki sabır ve sükutla görevlendirilmiş olmasaydım, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt’ine saygısızlığın ne demek olduğunu gösterirdim sana!

 

Ve babam, hışmının öfkesine yenilmemek için uzaklaştı ondan.

 

Ama... Yine de o... Ah.... Hatırlaması bile zor...

 

Utanmadı yine de.... Utanmadılar... Ömer, kölesi Kunfuz bin Hazae ve diğerleri, zorla biat ettirmek üzere camiye götürmek için babamın boğazına urgan geçirdiler.

 

Güneş darağacında... Hakkın boynunda ip... Mazlumiyetin bundan ötesi var mı?!...

 

Sen dayanamadın yine. Ayağa kalkacak mecalin yoktu, ama imameti düşmanın pençesinde görmeye de takat getiremedi yüreğin...

 

O yaralı hâlinle kendini yerde sürüye sürüye güneşe ulaştın; babamın, o mazlum “Allah aslanı”nın eteğine yapıştın iki elinle:

 

- Ali’mi nereye götürüyorsunuz?! Bırakın onu! Kamçı mıydı, kılıcın kınımıydı, kabzası mıydı, bilemiyorum; Ömer o sırada elindeki bir cisimle kollarına ve yaralı böğrüne o kadar vurdu ki, babamın eteğini bırakıverdin gayri ihtiyari, kendinden geçip yığıldın oracıkta.

 

Ah... Biz çocuklar bir köşede durmuş, olan bitenleri izliyorduk korku ve şaşkınlıkla...

 

Bütün bu insanlar, daha düne kadar dedemle babama dost görünenlerdi...

 

Ah anne... O darbeler senin kollarınla böğürlerine değil, bizim minik yüreğimize iniyordu adetâ. Ama ne yapabilirdik ki?!

 

Babam da eli kolu bağlıydı zaten.

 

Sen kendinden geçmiştin. Babamı ite kaka camiye götürdüler. Yolda babam dedemin mezarına doğru dönüp şöyle haykırdı:

 

“Kardeşim! Bu ümmet musallat oldu bize! Beni öldürmek istiyorlar!”

 

Ah... İsrailoğulları’nın ahitlerini çiğneyip dinden dönmeleri karşısında Hz. Harun’un, Hz. Musa’ya söylediği cümlenin aynısıydı bu!

 

Kim bilir, kardeşi Resulullah’la (s.a.a) dertleşirken, aynı zamanda Yahudilerle Sâmiri olayını da hatırlatmak istemişti belki de bu ümmete...

 

Belki de Allah Resulü’nün (s.a.a) şu hadisini hatırlatmak istemişti insanlara:

 

“Ya Ali! Harun Musa’ya ne menziledeyse -ki kardeşi ve vasisiydi- sen de bana o menziledesin; sadece şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!”

 

Camiye gittiklerinde Ömer Ebu Bekir’in önünde babama:

 

- Ali! dedi, Ebu Bekir’e biat et!

 

- Etmezsem ne olur?

 

- Boynunu vururum!

 

Babam başını dikti korkusuzca:

 

- O zaman Allah’ın kulu ve Resulullah’ın kardeşini öldürmüş olursun!

 

- Allah’ın kulu, evet; ama Resulünün kardeşi, değil!

 

Babam, bunca alçalacaklarını tahmin etmiyor olmalı ki hayretle sordu:

 

- Yani Resulullah’ın (s.a.a) uhuvvet günü beni kendisine kardeş ilân ettiğini inkâr mı ediyorsun?

 

-       Evet.

 

Ebu Bekir de aynı cevabı verdi:

 

-       Biat et artık!

 

Babam başını salladı:

 

- Biat etmem!... Ben Sakîfe’de yoktum o sırada; ama siz, Peygamber’e Ensardan daha yakın olduğunuzu öne sürerek halifeliğe daha liyakatli olduğunuzu söylemişsiniz orada... Eğer ölçü buysa, ben Peygamber’e hepinizden daha yakınım, o hâlde sizin bana biat etmeniz gerekir! Allah’tan korkuyorsanız, insafı elden bırakmazsınız!

 

Hiçbirinin diyecek bir sözü yoktu buna.

 

Ama Ömer:

 

- Biat etmelisin... Biat etmedikçe yakanı bırakmayız! dedi.

 

Babam, Ömer’e dönüp:

 

- Hilâfet düğümünü bugün Ebu Bekir için iyice sıkıyorsun ki yarın bu düğümü sana açsın. İyi sağ bunu, bu sütten sana da pay var! Allah’a yemin ederim ki siz gasıplara biat etmem ben.

 

Ah anne... Kendine gelir gelmez, ilk işin babamı sormak oldu, Fizze’den:

 

- Ali Nerede?

 

Fizze, babamın camiye götürüldüğünü söyledi.

 

O hâlinle camiye kadar nasıl yürüyebildiğini hâlâ anlamış değilim; babamı onların pençesinde ve kılıçla tehdit edilir hâlde görünce haykırdın:

 

- Ey Ebu Bekir! Amcamın oğlunun yakasını bırakmazsan vallahi başımı açar, yakamı yırtar, hepinizi Allah’a şikâyet ederim! Allah’a yemin ederim ki ne ben Salih’in devesinden daha değersizim Allah katında, ne de evlâtlarım!

 

Herkes dehşete kapıldı... Sen ellerini semaya açıp lânetleyecek olursan neler olacağını bilmeyen bir Müslüman yoktu Medine’de. “Fatıma’yı inciten beni, beni inciten de Allah’ı incitmiş olur” buyurmamış mıydı dedem?!

 

Ya lânetleseydin?!

 

Ah anne... Keşke lânetleseydin...

 

Babam da razı olmadı lânetlemene. Selman’ı çağırdı:

 

-       Git, engelle, sakinleştir Fatıma’yı.... Eğer lânetlerse...

 

Selman telâşla koşup sana geldi:

 

- Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı, öfkelenmeyin.... Lânetlemeyin sakın... Allah Teala babanızı rahmet için görevlendirmişti... Sen ağlayarak haykırdın:

 

- Ama... Ali’yi; Allah’ın hak halifesini öldürmek istiyorlar baksana!

 

Geçici de olsa, bıraktılar babamı. Ve sen, babamı onlardan almadıkça eve gelmedin. Ama ne gelişti o... Ruhun ve vücudun yaralar içinde...

 

Ve senin o sırada hangi güçle ayakta durabildiğine hâlâ şaşıyorum ben...

 

Sen Ali’den daha yorgun; Ali de senden... Sen Ali’den daha mazlum, Ali de senden...

 

Birlikte eve geldiniz... Ama ne gelişti o...

 

Kırık dökük olmuş, parçalanmış bir gemi limana nasıl yanaşırsa öyle...

 

Bir elin böğründe... Kolların ve yüzün mosmor...

 

Ve babam... Kendisini kurdun kucağına atan bir sürünün çobanı gibi üzgün, rahatsız, ama bir o kadar da çaresiz...

 

Ah, anne... Sen de kabul edersin ki Aşura ne kadar dehşetli de olsa bundan daha dehşetli değildir...

 

Kerbelâ’nın acıları hiç kalır bu acıların yanında anne...

 

Şimdi belli etmemeye çalışsan da, sana gusül verirken yüzünü, kollarını ve böğrünü görecek babam...

 

İşte ondan sonra her günü bin Aşura demektir babamın...

 

 

 

 

 

 

 

(1) - Nur’ul-Ebsar, s. 72.

 

(2) - Yenabi’ul-Mevedde, s. 133.

 

(3) - Miftah’ün-Necat, s. 66.

 

(4) - Kunuz’ül-Hakaik, s. 188. Bir başka rivayette de şöyle geçer: “Senin konumun, tıpkı Kâbe gibi tavaf edilendir, tavaf eden değil.”

 

(5) - Yunabi’ul-Mevedde, s. 55.

 

(6) - Yunabi’ul-Mevedde, s. 445.

 

(7) - Hulyet’ül-Evliya, c.1, s. 66.

 

(8) - Sahih-i Buharî, c: 1

 

(9) - Taberî, c. 3, s. 195, Farsça terc.

 

(10) - Bu olay, Sahih-i Buharî’de beş yerde geçmektedir.

 

(11) - Necm Suresi, 3-4.

 

(12) - Beyt’ül-Ahzan.

 

(13) - Maktel-i Harezmî.

 

(14) - Bihar’ul-Envar, c. 10.

 

(15) - Nitekim Hz. Ali (a.s), Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mübarek naaşının gusül, kefen ve defin işlerini tamamladıktan sonra Hz. Fatıma ve Hasan ile Hüseyin’i de yanına alarak biat için Medinelilerin kapısını teker teker çaldığında genellikle; “Ebu Bekir’e biat etmiş olduk artık... Eğer sen daha önce isteseydin, vallahi sana biat ederdik...” şeklinde cevaplar alınca; “Süphanallah! O sırada Resulullah’ın cenazesini gusül ve kefenle meşgul değil miydim ben?! Ben de onlar gibi, Resulullah’ın cenazesini yerde bırakıp biat mi toplasaydım yani?! Allah’a sığınırım böyle bir amelden!” buyurmuştu.

 

Bkz: İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belâga, c. 2, s. 5; el-Gadir, c. 8 ve el-İmame Ve’s-Siyase, c. 1, s. 12-13.

 

(16) - Bkz: İmam Ahmed, Hasâis, Sakîfe olayı, Mısır bas. s. 24.

 

(17) - Ensâb’ul Eşrâf, s. 582 ve Zindegani-yi Fatime-yi Zehra, Dr. Şehidî, s. 108.

 

(18) - Bu olayla ilgili geniş bilgi için Ehl-i Sünnet kaynaklarına bkz: er-Riyaz’un-Nazıra, Tarih-i Hamîs ve İbn-i Ebi’l-Hadid’den rivayetle Cevherî. Yakubî, bu olayda Hz. Ali’nin kıyasıya kendisini müdafaa ettiğini ve kılıcının kırıldığını yazar. Bkz: Yakubî Tarihi, c. 2, s. 105.

 

(19) - Ne bir vahiy geldi, ne bir haber; Haşimoğulları saltanatla oynadı, hepsi bu kadar. (Yezid’in şiirinden)

 

Yeni yorum ekle