6. Bölüm

6. Bölüm

 

 

Anneciğim! Gerçi dedem Resulullah’ın (s.a.a) hayatta bulunduğu yıllarda da sen çok çetin zorluklar yaşadın; ama onun vefatından sonraki kara günlere oranla onlar iyi günlerin sayılır senin.

 

Sen ve babam, dedem Resulullah’la (s.a.a) adım adım ve omuz omuza mücadeleler verip işkenceler gördünüz, sıkıntılar yaşadınız; ama asla yılmadınız; sizin için önemli olan, günden güne yükselen İslâm sancağıydı çünkü.

 

Gerçi çoğu zaman günler geçiyor, ama en fakir insanların bile mahrum kalmadığı bir lokma arpa ekmeği geçmiyordu boğazınızdan sizin; ama gösterdiğiniz gayret ve fedakârlıklar sonucu, İslâm’ın gün geçtikçe geliştiğini, giderek bu bebeğin serpilip büyüdüğünü bizzat müşahede ediyordunuz.

 

Yıllar boyu odanızın yegane minderi, yatağınız ve dünyalık namına sahip olduğunuz tek şey, tabaklanmış o koyun derisinden ibaretti.

 

Hayatınız hep savaş ve müdafaayla geçti, biliyorum. Babam, bir savaştan henüz yeni dönmüşken; sırtının teri henüz kurumamış, kılıcının kanı henüz yıkanmamışken bir başka savaşa daha gitmek zorunda kalıyor ve bir cepheden diğerine koşarak İslâm ordularına komuta ediyordu.

 

Evet, bütün bunları biliyorum. Ama o zor günlerde dahi hiç olmazsa dedem Resulullah (s.a.a) hayattaydı; küfrün ve cehlin karanlıkları sizin birbirine kenetli nurlu ellerinizle dağılmada ve İslâm şafağı sökerek güneşi armağan getirmedeydi yavaş yavaş.

 

Nitekim, ben de Hendek savaşında gelmedim mi dünyaya?!

 

O günlerde de zorluklar yok muydu?! Türlü sıkıntılar, türlü eziyetler yaşamıyor muyduk?!

 

Vardı, yaşıyorduk elbette... Ama dedem Resulullah’ın (s.a.a) bir tek sözü yüreklerimize su serpiyor ve bütün zorlukları unutturuyordu hepimize:

 

“Ali’nin Hendek günü bir kılıç vuruşu, insanlarla cinlerin bütün ibadetlerinden üstündür.”

 

Hatırlıyorsun değil mi anne?... Bu yüzdendir ki, “O günler saadet günleriydi” diyorum.

 

Bugünlerse zor... Bugünler matem ve keder günleri anne!..

 

Dedem Resulullah elimizden tutar, ayaklarımızı onun ayağı üzerine koyar, sonra da dizine, oradan da karnına ve göğsüne tırmanırdık neşeyle; oradan da omuzlarına çıkardık. O ise durmadan teşvik ederdi bizi:

 

“Daha yukarı yavrularım, hadi göreyim sizi canlarım benim!”

 

Sonra da bizi dudaklarımızdan öper, tepeye tırmandınız diyerek kutlar ve:

 

“Ya Rabbi! derdi, Ben şu Hasan ile Hüseyin’i pek seviyorum! Onları seveni sev, sevmeyenlerine düşman ol!”

 

Elleriyle dizleri üzerine çökerek bizim atımız olur, Hasan’la beni sırtına alıp hareket eder ve neşeyle:

 

“Ne güzel binek, değil mi?! Binicileri de pek yaman ha!” derdi...

 

Bazen beni sokakta görür, ben ondan kaçar gibi yapardım. Beni yakalamadıkça peşimi bırakmazdı. Çenemin altını okşar, başımı okşar, dudaklarıma buseler kondurur ve:

 

“Aman ya Rabb’im! Ne kadar da seviyorum şu Hüseyin’imi ben!” derdi.

 

Bazen ağabeyim Hasan’la beni güreştirir ve sürekli Hasan’ı teşvik ederek onun tarafını tutmaya çalışırdı. Bir defasında sen hayretle:

 

- Babacığım! dedin, Küçüğün tarafını tutacağın yerde, büyüğünü teşvik ediyorsun sürekli sen!

 

Dedem o çok sevdiğim tebessümüyle:

 

- Cebrail öbür tarafta durmuş, Hüseyin’i teşvik ediyor kızım; bu durumda Hasan’ı da teşvik edecek biri lâzım değil mi? dedi.

 

Küçücüktük. Camiye giderdik, onu bulabilmek için. Bazen secdeye rast gelirdi, hemen sırtına oturuverirdik. Arşı kat ediyoruz sanırdık... Biz kendiliğimizden sırtından ininceye kadar secdeyi uzatır, bütün cemaati bizim için bekletirdi. Müminler, namazdan sonra hemen koşar:

 

- Siz secdedeyken Cebrail mi geldi? Vahiy mi nazil oluyordu ya Resulullah? diye sorarlardı.

 

O, gülümseyerek ve memnuniyetle cevaplardı:

 

- Cebrail’den daha sevgili, vahiyden daha tatlı...

 

Dedem Resulullah minberdeyken girerdik kimi zaman da camiye. Bizi gören cemaat hemen yol açardı, koşarak minbere çıkar, dedemizin kollarına atılırdık. Boynundan asılırdık. En arka saflarda oturanlar bile, ayak bileklerimizdeki halhalları görürdü.

 

Dedem her fırsatta hatırlatır, tekrarlardı cemaate: “Ben bunları severim, bunları seven beni sever, bunları inciten düşmanımdır benim!”

 

Bir gün babamla sen, ağabeyim Hasan’la beni de alıp dedemi ziyarete gitmiştiniz hani... Biz tam kapının önünde beklerken içeriden dedem çıkmış, sırtındaki Hayber abasının bir ucundan kaldırıp gölgelik gibi başımızın üzerinde tutarak, o sırada orada bulunan birkaç sahabenin de duyacağı bir şekilde:

 

“Ben sizin düşmanlarınızla savaşır, dostlarınız ve izleyicilerinizle dost olurum.” demişti.

 

Evet... Ne güzel günlerdi o günler anne... Ancak o günleri görüp yaşamayanlar, zor günler zanneder o günleri...

 

Dedem Resulullah, babamdan çok sık söz eder, onun güneşine her gün bir pencere açardı Müslümanlar için.

 

Bir gün cemaatin huzurunda babama dönüp:

 

“Ya Ali! Senin dostluğun iman, sana düşmanlık ise nifak ve münafıklıktır!” dedi.(1)

 

Bir başka gün de yine kalabalığın huzurunda:

 

“Ya Ali!” dedi, “Sırat-ı Müstakim (doğru yol) sensin!” (2)

 

“Ya Ali! Hak daima seninledir, senin dilindedir, senin kalbindedir, senin iki kaşının arasındadır!” (3)

 

Ve bir başka gün şöyle buyururdu:

 

“Ya Ali! Sen Beytullah gibisin tıpkı.” (4) Kâbe’yle aynıdır konum ve prestijin senin!

 

“Ya Ali! Cennetle cehennemi sen paylaştırırsın. Cennetliklerle cehennemlikler senin işaretinle belli olurlar!”

 

Kimi zaman da babam o sırada orada olsun veya olmasın cemaate şöyle buyururdu dedem:

 

“Ali’nin hizbi, Allah’ın hizbi ve onun düşmanlarının hizbi de Şeytan’ın hizbidir.” (5)

 

“Ali, Allah’ın sağlam ipidir!” (6)

 

“Ali, hidayet sancağıdır!” (7)

 

Evet anne... Bunlar, dedem Resulullah’ın (s.a.a) mübarek elleriyle ve birbiri ardınca evimizin kapısına dikilen iftihar sancaklarıydı...

 

Ama yine de dedem endişeliydi. Bütün endişesi, onun ölümünden sonra bir ateş fırtınasının kopup bu sancakları yakmasıydı.

 

Gadir Gölü, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu muhtemel fırtınaya karşı en güçlü tedbir ve önlemlerinden biriydi.

 

Ve Cuhfe, masum bir lider olmaksızın dinin tamamlanmış olmayacağı ve Ali’nin velâyeti olmaksızın İslâm’ın eksik kalacağı yolunda Allah Teala’nın Müslümanlara duyuruda bulunduğu mekândı.

 

Dedem Resulullah:

 

“Kim benim peygamberliğime inanıyorsa benden sonra da Ali’nin velâyetine inanmalıdır!” diyerek şöyle ekliyordu:

 

“Benim elimle Müslüman olanlar, İslâm’ın benden sonra Ali’nin ellerinde olduğunu bilsinler.”

 

Liderlik ve velâyet sancağı benden sonra Ali’ye emanet edilmiştir. Zira Allah Teala bana; eğer bunu insanlara bildirmezsem, peygamberlik vazifemi yapmamış olacağımı buyurmuş bulunmaktadır.

 

Nitekim Rabb’ul-âlemîn, dedem Resulullah’ın (s.a.a) irtihaliyle birlikte peygamberliğin sona ermesi nedeniyle ümmetin imamet ve hilâfet mesuliyetinin kimin uhdesinde olacağını böylece belirledikten sonra, bir ayetin nüzulüyle bunu da tespit etmiş oldu:

 

“Bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve bu -velâyetli- İslâm’ınızdan razı ve hoşnut oldum.”

 

Anne! O günler çok zordu biliyorum, ama ne de olsa dedem Resulullah’ın (s.a.a) sımsıcak eli omzundaydı babamın; onun mübarek destek ve himayesi söz konusuydu; hem, sen de vardın o günlerde babama destek ve moral verecek...

 

Ama dedem Resulullah’ın (s.a.a) ölüm döşeğine düşmesiyle birlikte ilk kara bulutlar da belirmeye başladı bu mazlum İslâm’ın semalarında.

 

Camideki o olayı hatırlıyor musun? Dedem minbere çıkıp cemaate şöyle seslenmişti:

 

“Kimin benim üzerimde bir hakkı varsa ya gelip istesin ya da helâl etsin: Rabb’imin dergâhına huzurla çıkmak istiyorum ben. Tekrar diyorum, ben beka diyarına göçmek üzereyim. Eğer birini rahatsız etmişsem, incitmişsem veya birinin boynumda hakkı varsa kalkıp söylesin.”

 

Camide bir uğultu kopmuş, birinin sesi bu uğultuyu bastırmıştı:

 

- Ya Resulullah! Benim üç dirhem alacağım var sizden!

 

- Pekalâ! Ey Fazl! Gel, şu adamın üç dirhemini öde!

 

Ve bir başkası:

 

- Ya Resulullah! Ben beytülmale üç dirhem ihanette bulundum.

 

- Niçin yaptın bunu kardeşim?

 

- Muhtaçtım... İhtiyacım vardı...

 

- Ey Fazl! Ondan üç dirhem alıp beytülmale ekle.

 

Ve bir ses daha:

 

- Ya Resulullah! Bir gün devenize binmiş olarak yoldan geçerken, ona yavaşça vurduğunuz kırbaç yanlışlıkla bana değmişti...

 

- Ey Fazl! Git o kırbacı evden getir, bu adam kısas edebilsin...

 

Kırbaç geldi. Adam, Resulullah’ın yanında duruyordu, elinde o mübarek kırbaç vardı.

 

- Ya Resulullah! Ben o sırada gömleksizdim. Sırtımda hiçbir şey yoktu... Eğer mümkünse siz de....

 

Ve dedem hiç alınmadan hemen sırtındaki gömleği yukarıya sıyırıp eğildi:

 

- Buyur kardeşim! Kısasta bulun!

 

Ve adamcağız dayanmayıp kendisini şevkle dedemin üzerine atmış, onun mübarek vücudunu gözyaşları içinde buselere boğmuştu:

 

- Ya Resulullah! Sizin mübarek vücudunuza nasıl kırbaç vururum ben?! Nasıl kıyarım sizin incinmenize, ey Allah’ın ve meleklerinin sevgilisi! Şu mübarek vücudunuzu son bir kez olsun ziyaret etmek ve şu günahkâr dudaklarımı o tertemiz teninizle müteberrik etmek istedim. Asıl siz helâl edin beni ya Resulullah! Ensar arasında, güneşi öpen tek kişi ben olayım istedim!...

 

- Allah senden razı olsun kardeşim! Ey cemaat! Şimdi kimsenin benim boynumda bir hakkı yok mu? İçim rahat olarak göçebilir miyim aranızdan şimdi?

 

Mescid’ün-Nebi cemaatin hıçkırıklarıyla sarsılmaya başladı. Birçok insan, dedem Resulullah’ın (s.a.a) yerine kendi canını feda etmeye hazırdı belki de o anda... Ama ertesi gün aynı insanlar, dedem henüz hayatta olduğu hâlde Ebu Bekir’in arkasında namaz kıldılar pekalâ!

 

Dedem Resulullah (s.a.a) bunu duyunca önce şaşırmış, sonra pek rahatsız olmuştu:

 

“Ebu Bekir’e, Üsame komutasında hemen Medine’yi terk etmesini emretmiştim! Niçin gitmemiş?! Neden hâlâ Medine’de?!”

 

Dedem Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir’in niçin Medine dışına çıkması gerektiğini çok iyi biliyordu; keza, onun sarih emrine rağmen niçin gitmeyip Medine’de kaldığını da...

 

Ayşe defalarca gelip:

 

“İzin verin, bir kez de babam sizin yerinize namaz kıldırsın cemaate.” demişti.

 

Hatta birkaç kez de Hafsa’yı aracı etmiş, ama Resulullah (s.a.a) her seferinde; “Hayır!” demiş ve onların bu ısrarlı tavrı karşısında nihayet azarlamıştı:

 

“Siz, tıpkı Yusuf’un eşleri gibisiniz!”

 

Bütün bu “hayır”lar ve azarlamalara rağmen, izin verilmediği hâlde Ebu Bekir cemaatin önüne geçmiş, namaz kıldırıyordu şimdi!

 

Allah Resulü (s.a.a) bu tutuma tahammül edememişti; babamı çağırarak:

 

“Ya Ali!” demişti, “Gel koltuğuma gir de camiye götür beni!”

 

Hz. Resulullah (s.a.a) hastalığı ağırlaştığı hâlde, olayı duyar duymaz o hâliyle kalkıp camiye gitmiş(8) ve Ebu Bekir’in namazını yarıda bıraktırıp kendisi kıldırmıştı o hâliyle... Hâli hiç de iyi olmadığından, oturarak hem de!

 

Sonra da babamı çağırarak son vasiyetlerini yapmak istediğini söyledi. Bunu duyan Aişe’yle Hafsa koşup gelmeleri için babaları Ebu Bekir’le Ömer’e hemen haber yolladılar. Ama dedem, onları görür görmez kaşlarını çatarak:

 

“Eğer gerekirse çağırırım sizleri!” diye buyurup çıkmalarını işaret etmişti.(9)

 

Evet anne.... Fitnenin ilk kara bulutları, dedemin hastalanıp yatağa düşmesiyle birlikte başladıydı...

 

Dedem Resulullah (s.a.a):

 

“Benden sonra sapmamanız için size yazılı bir kılavuz bırakmak istiyorum; bir kalemle bir levha getirin bana!” buyurdu.

 

Allah Resulü’nün (s.a.a) ne yazmak istediği ve ne gibi bir “yazılı belge” bırakacağı apaçık ortadaydı. Ömer engel oldu! Keşke engel olsaydı sadece! “Bu adam sayıklıyor!” diye de bağırdı ve ekledi: “Allah’ın kitabı yeter bize!” (10)

 

Evet anne... Babandan söz ediyordu, “Bu adam” diyerek... Ceddimizden... Dedemden, Allah’ın Resulü’nden söz ediyordu...

 

Yaranı tazelediğimin farkındayım, ama öyle birisi için “sayıklıyor” diyordu ki, sayıklamak bir yana, söylediklerinin bir tek cümlesi bile kendisinden değil, mutlak vahiydi. Yüceler yücesi Rabb’ul-âlemîn de belirtmiyor muydu bunu:

 

“... O peygamber, heva ve heves üzere, kendi istek ve tutkularıyla konuşmaz; onun söylediklerinin tamamı vahiydir.”(11)

 

Evet anne... Allah Azze ve Celle’nin bu sarih buyruğuna rağmen sarf edilen o söz, dedem Resulullah’ı (s.a.a) pek incitmiş, gözleri doluvermişti o sırada, bir kâinat dolusu yalnızlık, mazlumiyet ve ümmetinin o nahoş tavrıyla... Ama meseleyi hiç mi hiç, üstelememişti artık o son lahzalarında...

 

“Vahyin boğazına sarılabilen inkâr pençesi, bir kağıt parçasını da kolayca buruşturup atabilirdi ayaklar altına küstahça çünkü!”

 

“Senin başına gelecek belâdan daha büyük belâ yok Hüseyin’im!” deme anne...

 

Aşura günü benim başıma gelecek olanlar, her ne kadar “felâketin doruğu” olacaksa da; başlangıç noktası, dedeme karşı sergilenen o tavırdı aslında anne!

 

Aşura’da önüme çekilecek olan o çizginin ilk ucu burada işte anne!

 

Dedem başını toprağa koymak üzereyken daha, başladı bütün sapmalar anne... Kerbelâ, o ilk eğrilik ve sapmaların bir uzantısından başka nedir ki aslında?!

 

Ne diyordum... Evet, o sırada dedem seni çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Bahar yağmuru gibi yaşlar boşanmaya başladı gözlerinden. Bir şeyler daha fısıldadı. Bu kez de bütün dertlerini unutup, bulutlar arasında yağmurda ansızın ortaya çıkan güneş gibi gülüverdi yüzün.

 

Son demlerini yaşadığından emin olduğunu duyunca ağlamış, ona Ehl-i Beyt’inden ilk kavuşacak olanın kendin olduğunu duyunca da sevinmiş, ferahlayıp gülmüştün.

 

Evet; şahadetin, şu dünyada çektiklerine son veren bir gökkuşağı sayılır senin için. Gidişin senin için dertlerin ve acılarının sonu oldu anne; ama bizler için... Elem üstüne elem...

 

Sen kurtuldun ama, bizim dedem Resulullah’tan (s.a.a) sonra bir kolumuz kanadımız daha kırıldı gidişinle...

 

Dedem Peygamber’le senin gidişinden sonra İslâm kanatlanarak güç bulamaz artık.

 

Dedem, o sahabenin tavrını görünce, kendisini yalnız bırakmalarını söyledi; Ehl-i Beyt’ten başka herkesin çıkmasını emretti.

 

Sen, babam, ağabeyim Hasan, Zeynep, Ümmü Gülsüm ve ben kaldık içeride sadece.

 

Ümmü Seleme’ye de kapının önünde beklemesini ve içeriye artık kimseyi almamasını tembihledi.

 

Aman Allah’ım... Yoksa... Dedem... Resulullah...

 

Babamın yanına yaklaşmasını istedi, yorgun sesiyle:

 

“Gel Ali’m, yanıma otur şöyle!” dedi.

 

Ve seninle babamın ellerini tutup hasretle bağrına bastı. Sizin elleriniz, dünyanın bütün dertlerine merhemdi sanki o sırada anne... Dedem konuşmak istiyordu, ama yapamadı. İçine gömdüğü dertler, ümmetin cehaleti, bencilliği ve makam hırsının mübarek kalbinde biriktirdiği elemler gözyaşlarıyla teselli buluyordu âdeta...

 

Ne kadar da yalnızdı dedem. Çektiği bunca zahmet ve katlandığı onca sıkıntılardan sonra, son demlerini yaşadığı şu lahzalarda Allah’tan başka yari, biz Ehl-i Beyt’inden başka da yaveri kalmamıştı, Allah Resulü’nün.

 

Dedem, dünyanın o en sevgili, en değerli, en üstün, en aziz ve en büyük insanı; yıllarca kendilerini yetiştirmek için didindiği, cehalet karanlığından iman gündüzüne çıkarabilmek için çırpındığı insanların elinden ağlıyordu şimdi. Hem de son nefeslerini vermek üzere olduğu lahzalarda...

 

Ne kadar da mazlumdu dedem. Uğrunu canlar feda olası bu eşsiz insan ne kadar da yalnızdı Allah’ım!...

 

Onun gözlerini yumup sessizce ağlaması seni de ağlatmıştı... Babam da ağlıyordu şimdi. Bizler de ağlaşmaya başlamıştık... Acı bir hadisenin hemen eşiğinde olduğumuz hissediliyordu.

 

Boynunu büküp gözyaşları içinde dedeme eğildin gayri ihtiyari:

 

Baba! Babacığım! Ey Allah’ın en sevgili kulu! Ey peygamberlik bahçesinin son çiçeği! Ne olur, ağlama! Dayanmak mümkün değil senin gözyaşlarına... Ne olur, üzme kendini baba!... Ey Allah’ın son elçisi! Ya Resulullah! Ey sevgililerin sevgilisi! Ey gözyaşlarına kurban olduğum! Ne olur, ağlama!...

 

Son nefeslerinde sana böyle davrananlar, senden sonra bize neler yapmazlar ki baba!...

 

Senden sonra ne olur bizim hâlimiz, ya Resulullah!

 

Sen göçer gidersen, bunlar bize nasıl davranacak, kim bilir?!

 

Senden sonra kim arka verecek Ali’ye?! Kim ona “kardeşim” diyerek arka çıkacak?! Kim ona destek verip “Kitabullah ve Ehl-i Beyt”in Müslümanlara kılavuz ve hidayet meşalesi olduğunu beyan edecek?!

 

İslâm’ın başına neler gelecek senden sonra baba?!

 

Hıçkırarak, sarsıla sarsıla ağlıyordun. Gözyaşların elbiseni ıslatmıştı anne...

 

Gayri ihtiyari dedemin üzerine attın kendini, biteviye öpmeye başladın; yüzünü, yanaklarını, gözlerini, dudaklarını, sakalını, elini... Öptün, öptün... Onu kaybetmeden önce doyasıya öpmek istiyordun.

 

Gözyaşlarınız birbirine karışmıştı. Dedem seni kuvvetle bağrına basmış, ağlıyordu öylece...

 

Babam da alt üst olmuştu. Ya biz? Hiç Sorma o sıradaki hâlimizi anne!

 

Her an uçup gidecek, her lahza ansızın kaybolması mümkün o çiçeği doyasıya koklamak istiyorduk hepimiz.

 

Hiçbirimiz kendimizde değildik o sırada... Vakar ve metanet timsali olan babam bile dedemin üzerine kapanmış, sarsıla sarsıla ağlıyordu, o salâbetli dağları andıran heybetiyle...

 

Dedem senin elini tutup babamın avuçlarına koyarak:

 

“Kardeşim! Ya Ebu’l-Hasan!” dedi, “Bu, Allah ve Resulü’nün emanetidir sana!

 

Aliciğim! Bu emaneti iyi koru! Allah’a yemin ederim ki, cennet kadınlarının efendisidir bu!

 

Meryem-i Kübra’nın bile gıpta ettiği kadındır bu!

 

Aliciğim! Allah’a yemin ederim ki, ben bu mevki ve dereceye ulaşma yolunda Allah’tan kendim için ne istediysem, Fatıma’m için de istedim, Allah Teala da lütuf buyurdu hamdolsun!

 

Aliciğim! Fatıma’mın bütün sözleri benim kelâmımdır, bilmiş ol! Onun sözleri vahyin ve Cebrail’in kelâmı, babasının sözleridir.

 

Aliciğim! Allah’ın, benim ve meleklerinin rızası, Fatıma’nın rızasındadır!

 

Kızım Fatıma’ya zulmedecek, onu incitecek kimsenin vay hâline!

 

Ona saygısızlıkta bulunacak olanın vay hâline! Onun hakkını çiğneyecek olanın vay hâline!”

 

Sonra da dedem, tekrar sana sarılıp defalarca öptü, öptü ve: “Baban sana kurban olsun Fatıma’m!” dedi.

 

Sen daha şiddetle ağladın:

 

“O ne söz baba! Benim canım yüz binlerce kere fedadır sana!” dedin.

 

Dedem, ölümünden sonra kızının ve Ehl-i Beyt’inin diğer fertlerinin başına neler geleceğini o sırada görmedeydi sanki.

 

Sadece yüzü ve sakalları değil, üzerindeki örtü de ıslanmıştı dedemin, gözyaşlarından.

 

Hasan’la ben, ayaklarına sarılıp ağlamaya başladık dedemin. Ayaklarını öpüyor, kokluyor, hasretle kucaklayıp sıkıyorduk.

 

Babam, dedemin rahatsız olmaması için bizi kaldırmak istediyse de dedem engel oldu:

 

“Bırak dursunlar! Bırak hasret gidersin yavrularım!... Gelin şu son nefeslerimde doyasıya öpüp koklayayım sizi evlâtlarım! Vedalaşmak için fazla vakit kalmadı çünkü!...

 

Benden sonra şu iki yavrucağın başına çok çetin belâlar gelecek; sert fırtınalara tutulacak ikisi de defalarca...

 

Ehl-i Beyt’ime zulmedecek olanlara Allah lânet etsin!

 

Ya Rabbi! Bu ikisini sana ve salih kullarına emanet ediyorum!”

 

O lahzalarda konuşabilen tek dilimiz, gözyaşlarımızdı; doldukça daha fazla ağlıyor, ağladıkça daha bir hüzünleniyorduk.

 

Babam... Ali... O dağları andıran Allah’ın aslanı yavaşça doğruldu. Çok güçlü bir kasırgaya tutulduğu her hâlinden belliydi:

 

- Peygamberinizin yokluğunda Allah sabır ve ecrinizi artırsın ey Ehl-i Beyt-i Resulullah! Yüceler Yücesi Rabb’ul-âlemîn, sevgili Peygamber’ini kendi yanına aldı...

 

Ah!... Yani?! Aman Allah’ım!

 

Ah u figanımız arşı titretiyordu. Dedem ayrılmıştı aramızdan. Ve sen kendini kaybetmişçesine onu çağırıyor, onu arıyordun sanki.

 

- Baba! Baba! Babacığım!

 

Ve biz senin gözyaşlarının seline kapılmazlık edemedik:

 

- Dede! Dede! Dedeciğim!...

 

Ve babam... Sabır, yiğitlik ve ilim timsali olan babam:

 

- Ya Resulullah! Ey Allah’ın en hayırlı kulu! Ey yaratılmışların en hayırlısı, en sevgilisi... Ey canlar uğruna fedâ olası... diye mırıldanarak öylesine yavaş ve hüzünle ağlıyordu ki, onun o sıradaki hâlinden de etkilenmemek mümkün değildi.

 

Biraz sonra babam kalkıp gusül ve kefenleme işiyle meşgul olacaktı.

 

Nasıl bir güneşin battığını ve nasıl bir karanlık ve zulmetin hızla yaklaşmakta olduğunu çok iyi bilen sense, sadece ağlıyordun...

 

Kapalı kapıların ardından sızarak kamçı gibi vücudumuza inen o soğuk rüzgar, yaklaşmakta olan meşum olayların habercisiydi âdeta... Ağlıyorduk...

 

Odanın içinde, yaratılmışların en üstün ve en azizinin yerdeki mübarek cesedi henüz soğumamışken, dışarıda mevki ve makam kavgaları başlamış, akbabaların sesleri ayyuka çıkmıştı.

 

O sırada seni öylesine yakıp kavuran şey, odanın içindeki felâket miydi, yoksa dışarıdaki gürültülü hadisenin “iğrençliği” miydi bilemiyorum...

 

Belki de her ikisiydi anne...

 

Kısacası; her hâlükârda ağlamakta haklıydın sen... Dedem Resulullah’la (s.a.a) babam, sen ve diğer bir avuç mümin salih Müslümanın, İslâm’ın ilk gününden başlayarak onca zahmetlerle kurdukları temel yıkılıyor, bütün emekler yele veriliyordu dışarıda şimdi...

 

Hangi derdime ağlayayım şimdi ben anne?

 

İslâm’ın garipliğine mi? Dedemin vefatına mı? Babamın şu mazlumiyetine mi? Senin şu şahadetine mi?... Hasan, Zeynep ve Ümmü Gülsüm’le benim şu öksüzlüğümüze mi yoksa?...

 

Hangi birine yanayım?... Hangi birine ağlayayım?... Hiçbiri kolay tahammül edilebilir gibi değil ki bunların...

 

Dedemin yasıyla ağladığın zamanlarda dilinden düşürmediğin o ağıtı tekrarlıyorum şimdi ben de:

 

“Son peygamberin yokluğu sabrımı yıktı; yaslıyım.

 

Ey gözüm, ağla bahar bulutu gibi; kan ağlasan yeridir.

 

Ey Allah’ın elçisi! Ey seçkinlerin en seçkini!

 

Ey zayıflar, yoksullar ve yetimlerin tek sığınağı!

 

Minberinin senden sonra ne hâle geldiğini,

 

Nurdan sonra zulmet ve karanlığın ona

 

Nasıl çöküp konduğunu kalk da gör!...

 

Allah’ım! Ya Rabb’im! Al şu canımı artık

 

Küskünüm hayata ben!” (12)

 

Yeni yorum ekle