"Allah, size evlatlarınız hakkında (şunu) tavsiye eder..." ifadesiyle başlayıp "Allah, bilendir, halimdir"ifadesiyle son bulan iki ayet, bu surenin sonunda yer alan "Senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor" ifadesiyle başlayan ayet ve bunlara ek olarak "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır..." ayeti ve "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine... daha yakındırlar." (Ahzâb, 6 ve Enfâl, 75) ayetleri, bu beş veya altı ayet, İslâm'da mirasla ilgili Kur'anî ilkelerdir. Nakledilen hadisler de söz konusu ayetlere en iyi şekilde ışık tutmuş ve ayrıntıları açıklamışlardır. Söz konusu ayetlerden mirasla ilgili ayrıntılı hükümler konusunda temel dayanak olan birkaç küllî husus çıkarılmıştır:
Birincisi: "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz."ifadesinde açıklandı. Yapılan açıklamadan, ölüye yakınlık ve uzaklık derecesinin miras konusunda etkili olduğu hususu ortaya çıkar. Bu cümle, ayetin devamıyla birlikte değerlendirilince, payın az ve çok, büyük ve küçük oluşunu etkilediği sonucunu ifade eder; "Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar." ayetiyle değerlendirilince de, miras konusunda nesep açısından daha yakın olanın uzak olanı engellediği ve ona öncelik taşıdığı sonucunu ifade eder.
Buna göre, yakınlar içerisinde ölen kimsenin en yakını, babası, anası, erkek ve kız çocuğudur. Çünkü, bunlarla ölü arasında herhangi bir aracı söz konusu değildir. Erkek ve kız çocuğunun olmasıyla onlarda olan çocuklar miras alamazlar. Çünkü, torunlarla ölü arasındaki akrabalık bağı, ana-babalarına dayanır. Dolayısıyla, bunlar ancak aracıların bulunmadığı takdirde onların yerine geçerler.
Birinci derecenin ardından ikinci derece gelir. Onlar, erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Bunlar sadece bir vasıtayla yani baba ve anne ile ölüye varırlar. Erkek ve kız kardeşin çocukları ise, ancak kendi ana-babalarının yerine geçerler. Kısacası, önce de açıklandığı gibi her bir derece ardındaki derecede yer alanları engeller; önceki derecedekilerin olmasıyla, sonraki derecede olanlara sıra gelmez.
İkinci dereceden miras alanların ardından üçüncü dereceden miras alan amca, dayı, hala ve teyze yer alır. Bunlarla ölü arasında iki aracı vardır; biri dede veya nine; diğeri ise baba veya annedir. Miras dereceleri bu şekilde devam edip gider.
Ölüye yakınlık ve uzaklık ölçüsünden, iki sebeple yakın olan kimsenin bir sebeple yakın olan kimseye öncelik taşıması konusu ortaya çıkar. Bunun bir misali, ana-baba tarafından akraba olanların sadece baba tarafından akraba olanlara öncelik taşımasıdır; birinci grubun olmasıyla, ikinci grup miras alamaz. Ancak birinci grubun olması, anne tarafından yakınların miras almasını engellemez.
İkincisi: Vârislerle ilgili olarak bir başka açıdan öncelik taşıyıp taşımama hususunda değerlendirme yapılır. Şöyle ki, bazen paylar bir araya toplanır ve terekenin aslından fazla olması sonucu birbirleriyle çelişirler. Kimisine, çelişme durumunda öncesiyle farklı bir hisse belirlenmiştir. Meselâ, erkeğin kendi eşinden aldığı hisse yarıdır; ancak miras alacak evladın olması onun hakkına engel teşkil eder ve erkeğin hissesi dörtte bire iner. Ölen kimsenin eşi, çocuğu olmadığı durumda dörtte bir, çocuğu olduğu takdirde ise, sekizde bir hisse alır. Annenin miras hakkı üçte birdir. Ancak ölenin çocuğu veya kardeşi olursa, miras hakkı altıda bire iner. Ölenin babası ise, çocuk olsun olmasın altıda bir alır.
Kimisine önceden pay belirlendiği hâlde, çelişme durumunda ne olacağı açıklanmamış ve belli bir hisse belirtilmemiştir. Bir kız ve birkaç kız, bir kız kardeş ve birkaç kız kardeş gibi. Bir kız mirasın yarısını, bir kız kardeş üçte ikisini alır; ancak birden fazla oldukları ve çelişme durumunda hisseleri belirtilmemiştir. Buradan, hisselerin terekeden fazla olduğu durumda birinci kısım vârislerin hissesinde eksilme olmadığı ve düşünülebilecek herhangi bir eksiltmenin sadece çelişme durumunda hisseleri belirtilmeyen vârislerin hisselerine ait olduğu gerçeği anlaşılır.
Üçüncüsü: Bazı zamanlar hisseler geriye bırakılan maldan fazla olur. Kocası, ana-baba bir kız kardeşleri olan bir kadının ölmesi gibi. Çünkü bir yarı ve bir de üçte iki hisse söz konusudur ki bu maldan fazladır. Yine ana-baba, iki kız ve kocası olan biri ölürse, aynı durumla karşılaşılır. Çünkü iki altıda bir, iki üçte iki ve bir dörtte bir hisse söz konusudur.
Bazen de tam aksine, geriye bırakılan mal, hisselerden fazla olur. Ölenin sadece bir kızı veya iki kızı olduğu durumlar gibi. [Kur'an-ı Kerim'de sadece malın yarısı hakkında hüküm vardır; diğer yarısının hükmü belirtilmemiştir.] Bunun benzeri misaller de verilebilir. Kur'an ayetlerini tefsir etme niteliğine sahip Ehl-i Beyt kanalından nakledilen hadislerde şöyle bir açıklama yer almıştır: Hisselerin mala oranla fazla olduğu durumlarda, Kur'an-ı Kerim'de haklarında sadece bir hisse belirtilen kimseler hisselerinden az alırlar. Bunlar, kızlar ve kız kardeşlerdir. Ana-baba ve karı gibi Allah'ın çeşitli durumlara göre çeşitli hisseler belirlediği kimseler hakkında hisseden az alma durumu düşünülemez. Aynı şekilde geriye bırakılan malın hisselere oranla fazla olduğu durumlarda, fazlalık önceki durumda eksik almaya mahkum edilen kimselere verilir. Meselâ eğer ölenin sadece bir kızı ve babası olursa, babası belirlenen hissesine göre altıda bir alır; kızı ise, malın yarısını belirlenen hissesine göre, geriye kalanı ise red unvanıyla alır.
Ömer b. Hattab, kendi hilafeti döneminde bu hükmü değiştirmiş ve hisselerin mala oranla fazla olduğu durumlarda "avl" yöntemini geçerli kılmıştır.[ Karşılığı olmayan hisse, hisse sahiplerinin hisselerinin hepsinden eşit oranda alınarak tamamlanır.] Ehl-i Sünnet, malın hisselere oranla fazla olduğu durumlarda ilk dönemde "ta'sib" [yani fazlalığı baba tarafı akrabalarına verme] yöntemini uygulamışlardır. İnşallah hadisler bölümünde "avl ve ta'sib" hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Dördüncüsü: Erkek ve kadınların miras hisseleri üzerinde derin düşünülünce, ana-baba dışında genel olarak kadının hissesinin erkeğe oranla eksik olduğu sonucunu ortaya çıkar. Annenin hissesi, belirlenen asıl hisseye göre bazen babanın hissesinden fazla olur. Belki de annenin babadan fazla veya babayla eşit oranda miras alması, annenin bağ açısından evladıyla daha fazla iç içeliği, hamilelik ve doğum dönemi zorluklarına, büyütme ve terbiyeyle ilgili bütün zahmetlere katlanmış olmasından kaynaklanıyor. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. (Ahkaf, 15) Hiç şüphesiz annenin hissesinin, kadınların erkeğin yarısı kadar olma durumundan onlarla eşit veya daha fazla miras alma durumuna yükselişi, kanun koyucunun onu kollamasını ve daha fazla saygıyı hakkettiğini gösterir.
Erkeğin hissesinin kadının iki katı kadar olmasına gelince, bu hususta erkeğin yaşantıyı idare etmekte kadına oranla sahip olduğu akıl üstünlüğü ve kadınla ilgili gerekli harcamaların onun uhdesine olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması ve mallarından harcama yaptıkları için, erkekler kadınların yöneticisidirler. (Nisâ, 34) Bu ayetin orijinalinde geçen "kavvam" kelimesi, yaşamı idare etmek anlamına gelen "kıyam" kelimesinden türemiştir. "Üstün kılmak"tan maksat, erkeğin akıl açısından olan üstünlüğüdür. Çünkü, erkeğin hayatı düşünce ve akıl ağırlıklı iken, kadının hayatı duygu ağırlıklıdır. Malın dizginini ve onunla ilgili bütün yetkileri, üstün akla ve yönetime sahip bir ele vermek, heyecan ve ince duyguların yönettiği bir ele teslim etmekten daha doğru olur. Tanınan bu yetki, şimdiki kuşaktan gelecek kuşağa intikal eden dünyadaki mevcut servetin üçte ikisinin yönetiminin erkeklere, üçte birinin yönetiminin de kadınlara verilmesini gerektirir. Demek ki, toplumun hâlini düzeltecek ve hayatı saadetli kılacak aklın yönetimi, heyecan ve ince duyguların yönetimine ağır basmıştır.
Kadının miras konusunda uğradığı bu eksiklik, yüce Allah'ın kadınlar hakkında adaleti gözetmelerine dair erkeklere yöneltmiş olduğu emirle telafi edilmiştir. Verilen emir gereği, kadınlar erkeklerin elinde bulunan üçte iki hisseye de ortaktırlar. Böylece kadınlar mülkiyetini ellerinde bulundurdukları ve istedikleri şekilde üzerinde tasarrufta bulundukları üçte bir bölümün yanı sıra, erkeklerin elinde bulunan üçte iki bölümün yarısını masraflarının karşılanması için kendilerine ihtisas ederler.
Bu bırakılan şaşırtıcı yasa ve durumun sonucunda erkek ve kadın mülkiyet ve harcama alanında birbirinin tam tersi bir konumda olurlar. Dünyadaki servetin üçte ikisinin mülkiyeti erkeğe ait olurken, ancak üçte bir bölümü ona harcanır. Kadın ise, üçte birinin mülkiyetine sahip iken, üçte iki miktarı ona harcanır. Bu farklılığın gerekçesi ise, bir yandan erkekte akıl gücünün heyecan ve ince duygulara baskın gelmesidir ki koruma, değiştirme, üretme ve kâr edinme şeklinde gerçekleşen malî yönetmenlik, bununla daha fazla örtüşür. Diğer taraftan kadında ince duygular ve heyecanlar akıl gücüne ağır basar ki bu da harcama ve masraf olgusuyla daha fazla örtüşür. İşte bu husus, İslâm'ın miras ve nafakalar hususunda erkekle kadın arasında fark gözetmesinin sırrı ve sebebidir.
Buna göre, yüce Allah'ın "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..."ayetinde vurguladığı üstünlükte, erkeğin doğası gereği akıl gücünün fazla oluşu ve bu hususta kadına olan üstünlüğünün ölçü alındığını söylemek daha uygundur. Bu hususta erkeğin sert ve zorluklarda daha dayanıklı ve güçlü bir vücut yapısına sahip olması ölçü alınmamıştır. Erkeklerin sert oluşları, onları kadından ayıran yapısal bir özelliktir ve insanın oluşturduğu toplumda bu özelliği savunma, koruma, çetin işler, zorluk ve kederlere göğüs germe, korkunç ve hoşlanılmayan durumlarda kendini yitirmeme gibi hususlarda birtakım büyük sonuçlar izler. Bunlar, tabiatıyla kadınların üstlenemeyeceği kaçınılmaz yaşantı durumlarıdır.
Ancak bununla birlikte, kadınlar da aklın karşıtı olan ve toplumsal hayatta kaçınılmaz ve zorunlu olan ince duygu ve heyecanlarla donatılmışlardır. Bu niteliğin önemli sonuçları, sevgi, ünsiyet, gönüllere rahatlık kazandırma, acıma, şefkat, nesli çoğaltmanın zorluklarına katlanma, hamilelik ve doğum dönemine ait zorluklara göğüs germe, büyütme, terbiye ve eğitimi üstlenme, ayrıca ev işleri sorumluluğu gibi hususlarda kendini gösterir. Yumuşaklık ve acıma olmaksızın sadece sertlik ve kabalıkla, şehvet iç güdüsü olmaksızın sadece öfke iç güdüsüyle insanın durumu ve aynı şekilde iticilik olmaksızın sadece çekicilikle dünyanın durumu düzene girmez.
Kısacası, erkek ve kadın hakkında adalet üzere kurulu iki donatım şeklidir bu. Erkek ve kadın grubundan oluşan karışık insan toplumunda hayatın iki kefesi, bu iki hususla eşitlik kazanır. Allah'ın kelamında sapma ve hükmünde haksızlık düşünülemez; Allah, bunlardan yüce ve münezzehtir. "Yoksa, Allah ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar." (bk. Nûr, 50) "Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (bk. Kehf, 49)"Hepiniz birbirinizdensiniz." (Âl- İmrân, 195) buyuran işte yüce Allah'tır. "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..." ifadesinde de işte bu birbirinden olma gerçeğine işaret edilmiştir.
Başka bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sizi topraktan yaratması, O-'nun delillerindendir. Sonra siz, her tarafa yayılan insanlar oluverdiniz.Kendileriyle sükûn bulmanız için size kendinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır." (Rum, 20-21) Bu iki ayetteki şaşırtıcı açıklama üzerinde bir düşünelim. Yüce Al-lah insanı yayılmakla nitelemiştir. (Ayette erkekle kadının birbirinin karşısında gündeme getirilmeleri, birinci ayette insandan erkeğin kast-edildiğine ilişkin bir ipucudur.) Yayılmak, geçimi sağlamak için çalışmak demektir. Güce ve zora başvurarak hayatın gereklerini elde etme girişimlerinin hepsi buna dayanır. Birbirine galip gelme yönündeki çabalarda, savaşlarda ve yağmalamalarda da güdülen amaç, aynı şeydir. Eğer insan için sadece bu tür bir yayılma düşünülecek olsaydı, insan fertleri biri saldıran diğeri ise kaçan olmak üzere iki gruba bölünürdü.
Ancak yüce Allah, kadınları yaratıp onları erkeklerin sükûn bulmasını sağlayacak şeyle donattı ve eşler arasına sevgi ve merhamet yerleştirdi. Böylece kadınlar güzellik, ince hareketler, sevgi ve muhabbetle erkekleri kendilerine çekerler. Kısacası, kadınlar insan toplumunun ilk rükünleri ve asıl etkenleridirler.
Bu yüzden İslâm dini evlilikten ibaret olan ev topluluğunu bu hususta ana temel olarak görmüş ve yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır." (Hucurât, 13) Bu ayette ilk önce erkek ve kadının evlenmesine ve bunun sonucunda insan soyunun devam etmesine değinilmiş ve daha sonra milletler ve kabilelerden oluşan büyük insan toplumu ona dayandırılmıştır.
Bu ayetin son cümlesinden "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğer bir kısmından üstün kılması..."ifadesindeki üstünlükten İslâm'da gerçek üstünlük ölçüsü bilinen keramet ve yüceliğin kastedilmediği anlaşılır. İslâm'da yücelik ve keramete, Allah'a yaklaşma ile ulaşılabilir ancak. Söz konusu üstünlükten, toplumun durumunun en iyi bir şekilde düzene girmesini sağlayacak ve dünyevî hayat yani geçim mekanizmasını en güzel bir şekilde düzene sokacak şeyle donatılma hususunda erkeğe verilen üstünlüktür. İslâm, maddî hayat dışında yararlanılmayan insanın cismiyle ilgili sahip olduğu fazlalıklara önem vermez. Bunları sadece kendisiyle Allah katında olana varılacak araçlar olarak görür.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkar: Er-keklere, akıl açısından kadınlara oranla üstünlük tanınmıştır. Bu üstünlük, miras ve benzeri konularda kadınlarla farklılığı gerektirir. Ancak buradaki üstünlük, fazlalık anlamındadır. İslâm'ın önemsediği keramet ve yücelik anlamına gelen üstünlük ise, kimde olduğuna bakılmaksızın takva ve Allah'tan korkmaktır.
birkaç bölümde ilmî inceleme
1- Mirasın Ortaya Çıkışı
Miras, yani hayattaki bazı kimselerin ölünün bıraktığı mala sahip olmaları, insan toplumlarında geçerli olan en eski geleneklerden biridir. Ümmetlerin ve milletlerin elimizdeki tarihleri bu geleneğin ne zaman başladığını göstermekten âcizdir.
Miras olayı bir gelenek olmanın yanı sıra işin tabiatı da bunu gerektiriyor. Çünkü toplum hâlinde yaşayan insanın tabiatını dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki o, sahipsiz malı kendi ihtiyaçları için kullanma konusunda istekli ve arzuludur. Engelsiz olarak sahip olabildiği malı kullanmak onun en köklü âdetlerindendir. Yine şunu görüyoruz ki, gerek ilkel toplumları, gerekse uygar toplumları icat eden insan, toplumdaki fertler hakkında (akrabalık ve öncelikle sonuçlanan) yakınlık ve velayeti geçerli tanır. Akrabalığı ve veliliği ortaya çıkaran bu geçerlilik aile, oymak, aşiret ve kabile gibi gruplaşmaların temel dayanağını oluşturur.
Buna göre toplumda bazı fertlerin kendilerini birbirlerine yakın saymaları kaçınılmazdır. Evladın ana babasını, akrabanın akrabasını, arkadaşın arkadaşını, efendinin kölesini, eşlerin birbirlerini, yönetenin yönetileni, hatta güçlünün zayıfı kendine yakın hissetmesi gibi. Gerçi toplumlarda bu yakınlığın ölçüsü kimi zaman neredeyse belirlenemeyecek derecede farklılık gösterir. Fakat her toplumun fertleri arasında bu ilişki vardır. Bu iki olgu mirasın en eski sosyal geleneklerden biri olmasını gerektirmiştir.
2- Mirasın Tedricî Değişimi
Miras, toplumun diğer gelenekleri gibi ortaya çıktığından beri çeşitli değişmelere uğramış, birçok gelişmeler göstermiştir. Fakat ilkel toplumlarda istikrar olmadığı için onların tarihlerinde bu gelişimin düzenli aşamalarını güvenilir biçimde belirlemek zordur.
O toplumlar hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz şudur: On-lar kadınları ve zayıfları mirastan mahrum tutuyorlardı. Onlarda miras güçlülere mahsus bir imtiyazdı. Bunun tek sebebi o toplumların kadınlara ve köle, çocuk gibi zayıf fertlere evcil hayvan ve eşya muamelesi yapmaları idi. Onlara göre bunlar insanların kendilerinden yararlanmaları için vardılar. Yoksa onların insanlardan, insanların elindeki imkânlardan ve insana mahsus sosyal haklardan yararlanmaları söz ko-nusu değildi.
Bununla birlikte bu toplumlarda güçlünün kim olduğu konusu dönemden döneme değişiklik göstermiştir. Kimi zaman oymak veya aşiret reisi, kimi zaman aile reisi, başka bir dönem kavmin en yiğit, en kabadayı kişisi güçlü sayıldı. Bu farklılıklar doğal olarak miras geleneğinde köklü değişikliklerin görülmesini gerektirmiştir.
Fakat bu gelenekler insan fıtratının aradığı mutluluğu temin edemedikleri için sık sık değişikliğe uğruyorlardı. Hatta Romalılar ve Eski Yunanlılar gibi kanunlara veya kanunların yerini tutan oturmuş milli geleneklere sahip toplumlarda bile durum böyle idi. Milletler arasında egemen olan hiçbir miras kanunu, İslâm'ın miras kanunu gibi günümüze kadar yaşayamamıştır. İslâm kanunu ortaya çıkışından günümüze kadar yaklaşık on dört yüz yıldan beri İslâm milletleri arasında yürürlükte kalmıştır.
3- Uygar Milletlerde Miras
Romalıların bir özellikleri aileye bağımsızlık tanımaları idi. Bu bağımsızlık aileyi toplumun genelinden ayırıyor, fertlerine ilişkin sosyal hakların çoğunda onu hükümetin nüfuzundan koruyordu. Böylece aile emirler, yasaklar, cezalar ve siyaset gibi alanlarda bağımsız yaşıyordu. Aile reisine eşten, çocuklardan ve kölelerden oluşan ev halkı tapardı. Ev halkı içinde tek mülk sahibi oydu. O sağ oldukça ondan başka hiçbir aile ferdî mülk sahibi olamazdı. O aile fertlerinin velisi, hayatlarının düzenleyicisi idi. Onlara ilişkin iradesi mutlak anlamda geçerli idi. O da atası olan eski bir aile reisine tapardı.
Eğer mirasçısı aile olan bir mal elde edilirse, meselâ aile reisinin izni ile dışarıda mal kazanan oğullardan biri ölürse veya aile reisinin izni ile evlenen kızlardan veya akrabalardan biri ölür de başlık olarak geriye mal bırakırsa, bu miras aileye kalır ve bu mirasın maliki aile reisi olurdu. Çünkü bu durum onun aile reisliğinin, aile ve ev halkına yönelik mutlak mülkiyetinin gereği sayılıyordu.
Aile reisi ölünce, oğullarından veya kardeşlerinden biri ona mirasçı olurdu. Bunun için yeni aile reisinin bu göreve layık olması ve ölen reisin oğulları tarafından mirasçılığının tanınması gerekirdi. Eğer oğullar aileden ayrılarak yeni bir aile kurarlarsa, kurdukları ailenin reisi olurlardı. Eğer eski ailelerinde kalırlarsa yeni aile reisi ile (meselâ kardeşlerinden biri ile) aralarındaki münasebetleri, babaları ile aralarındaki eski münasebetleri gibi olurdu. Yani yeni aile reisinin yönetimi, mutlak veliliği altına girerlerdi.
Romalı aile reislerine üvey oğulları da vâris olabilirdi. Çünkü ca-hiliye dönemi Araplarında olduğu gibi Romalılar arasında da evlat edinme geleneği geçerli idi.
Kadınlara yani eşlere, kızlara ve annelere gelince onlar mirasçı olamazlardı. Gerekçe, onların evlenerek başka bir aileye gitmeleri ile aile malının dışarıya gitmemesi idi. Romalılar servetin bir aileden başka bir aileye geçmesini caiz görmüyorlardı. Araştırmacılardan biri bu olguyu belirledikten sonra "Romalılar bireysel mülkiyeti değil, sosyalist mülkiyeti benimsiyorlardı." diyor. Kanaatime göre bu mülkiyet tarzının kaynağı sosyalist mülkiyetten farklı bir şeydir. Çünkü ilkel toplumlarda en eski çağlardan beri sahibi oldukları meralara ve verimli topraklara başka toplumların ortak olmalarına karşı çıkarlar, söz konusu arazilerini korurlardı. Bu uğurda savaşırlar, koruluklarına başkalarını sokmazlardı. Bu mülkiyet bir tür sosyal mülkiyet idi. Söz konusu mülkün sahibi toplumun fertleri değil, toplumun kendisi idi. Bununla birlikte bu mülkiyet tarzı toplumdaki her ferdin bu kamu mülkünün bir bölümüne özel olarak sahip olmasına engel sayılmıyordu.
Bu mülkiyet biçimi sağlıklı bir geçerliliğe dayanıyor. Fakat ilkel toplumlar onu dengeli ve yarar sağlayıcı biçimde kullanamadılar. İslâm bu mülkiyet anlayışını daha önce belirtildiği gibi muhterem saydı. Yüce Allah, "O yeryüzündeki varlıkların tümünü sizin için yarattı." (Bakara, 29) buyuruyor. Buna göre Müslümanlardan ve zimmeti altında bulunan gayrimüslimlerden oluşan insan toplumu bu anlamda yeryüzünün servetinin malikidir. Bundan dolayı İslâm, kâfirin Müslüman'a mirasçı olmasını caiz görmez.
Bu bakış açısının izlerini ve örneklerini günümüzün bazı milletlerinde görebiliriz. Bu milletler topraklarının ve gayrı menkullerinin yabancıların eline geçmesini ve onların bunlara malik olmasını caiz görmezler.
Eski Romalılarda aile bağımsız ve kendine yeterli bir birim kabul edildiği için bağımsız toplumlarda ve ülkelerde geçerli olan bu eski gelenek onlarda da geçerli olmuştur. Roma ailelerinde bu geleneğin yakınlarla evlenmeyi yasaklayan gelenekle birlikte uygulanmasının sonucunda iki akrabalık türü ortaya çıktı. Biri kan ortaklığına dayanan doğal akrabalıktı. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, yakınlar arasında evliliğin yasak ve yakınların dışında kalanlar arasında serbest oluşu idi. İkinci tür akrabalık resmi ve yasal akrabalık idi. Bu akrabalığın gerektirdiği sonuç, mirasçı olup olmama, nafaka, velilik vb. şeyler idi. Oğlanlar aile reisine ve birbirlerine nispetle hem doğal hem de resmi akrabalığa sahip idiler. Bütün kadınlar ise sadece doğal akrabalığa sahiptiler, yasal akrabalığa sahip değillerdi. Bunun sonucu olarak kadın ne babasının ne oğlunun ne kardeşinin ne eşinin ve ne başkasının mirasçısı olabiliyordu. Eski Romalıların geleneği bu idi.
Eski Yunanlılardaki aile yapısının durumu, yaklaşık olarak eski Romalılardaki gibi idi. Eski Yunanlılarda en büyük erkek evlat mirasın tümünü alırdı. Kadınlar eş, kız ve kız kardeş olarak mirastan mahrum tutulurdu. Küçük erkek evlatları ile diğer küçükler mirastan pay alamazlardı. Fakat eski Yunanlılar tıpkı Romalılar gibi küçük yaştaki erkek evlatlarına, sevdikleri eşleri ile kızlarına ve kız kardeşlerine miraslarından pay ayırabilmek için hileli yollara baş vururlar, onları miraslarından az ya da çok yararlandırabilmek için vasiyet ve benzeri formülleri kullanırlardı. Vasiyet konusunu ilerde ele alacağız.
Hintlilere, Mısırlılara ve Çinlilere gelince, kadınları kayıtsız şartsız biçimde mirastan mahrum tutmalarına, küçük yaştaki erkek çocuklarının miras dışı tutulmalarına veya velilik ve gözetim altında tutulmalarına ilişkin gelenek yaklaşık olarak eski Yunanlılar ile Romalılarda olduğu gibi idi.
Eski İranlılara (Perslere) gelince, onlar daha önce belirtildiği üzere yakınlar arasında evliliği, çok eşliliği ve evlat edinmeyi caiz görüyorlardı. Kimi zaman erkeğin en sevdiği eş, erkek evlat yerine geçer ve bir erkek evlatlık gibi kocanın mirasını alırdı. Böyle bir durumda böyle bir eş, kocanın diğer eşlerini miras dışı bırakırdı. Ailenin malı dışarıya gitmesin diye evli kız, babasından miras alamazdı. Evlenmemiş kızlar ise, oğulların yarısı kadar miras payı alırlardı. Yaşça küçük eşler ile evli kızlar mirastan mahrum tutulurken büyük yaşta olan eş, erkek evlat, evlatlık ve evlenmemiş kız çocuğu mirastan pay alırdı.
Araplarda ise, kadınlar ve küçük yaştaki erkek evlatlar kesinlikle miras dışı tutulurdu. Ata binmeyi beceren, aşiret ve aile savunmasında görev yapabilen yetişkin erkek evlatlar mirasçı olurlardı. Yoksa miras uzak akrabalara geçerdi.
İşte miras ayetleri indiğinde dünyanın durumu bu idi. Bu durum çeşitli milletlerin âdetlerini, geleneklerini ele alan tarih kitapları ile seyahat ve hukuk eserlerinde anlatılıyor. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu kaynaklara başvurabilirler.
Yukardan beri anlatılanların özeti şudur: O günkü dünyanın yerleşik geleneğine göre kadınlar eş, anne, kız evlat ve kız kardeş sıfatı ile miras dışı tutulmuştu. Kadınlar ancak başka değişik sıfatlarla mirasçı olabiliyorlardı. Küçük yaştaki erkek çocuklar ile yetimler de ancak bazı durumlarda ve bir velinin sürekli gözetimi altında tutulmak kaydı ile mirasçı olabilirlerdi.
4- Bu Ortamda İslâm Ne Yaptı?
Defalarca tekrarladığımız gibi İslâm kanunlarda ve hükümlerde hakkın temelini fıtrata dayandırır. Allah'ın yaratışını hiç kimse değiştiremez. İslâm mirasçı olmayı fıtrat ve değişmez hilkat olan akrabalık esasına dayandırdı. Evlatlıklara mirasçı olma hakkı tanımadı. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir. Evlatlıkları öz babalarına nispet ederek çağırın. Bu Allah katında en doğru olanıdır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzâb, 4-5)
İslâm bunun arkasından vasiyeti miras kapsamı dışına çıkararak mal alıp vermeye gerekçe olan bağımsız ve ayrı bir hüküm olarak ilan etti. Gerçi halk arasında vasiyet yolu ile edinilen mal miras olarak adlandırılıyor. Bu uygulama sadece bir isimlendirme farklılığından ibaret değildir. Çünkü miras ile vasiyetin her birinin ayrı bir kriteri, bağımsız bir fıtrî dayanağı vardır. Mirasın kriteri akrabalıktır. Ölen kimsenin iradesinin bunda hiçbir rolü yoktur. Vasiyetin dayanağı ise, ölünün hayattayken sahibi olduğu mal üzerinde öldükten sonra (vasiyet yaptığı anda diyebiliriz) iradesinin geçerli olması ve bu tercihin geçerli sayılmasıdır. Vasiyeti miras kapsamı içine almak, sadece bir adlandırmadan ibaret kalır, temel hükümde değişikliğe yol açmaz.
İnsanların, meselâ eski Romalıların miras adını verdikleri uygulamaya gelince, bu adlandırma miras geleneğini akrabalıktan veya ölünün iradesinden birine dayandırmıyordu. Aslında onlar mirasta irade tercihini geçerli sayıyorlardı. Yani miras konusu malın bulunduğu ailede, o ailenin reisinin elinde kalması veya aile reisinin ölümünden sonra malının sevdiği kimseye geçmesi yolundaki iradesine uyuluyordu. Bu iki şıktan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin miras, iradenin geçerli sayılması esasına dayanmış oluyordu. Eğer akrabalığa ve kan bağı ortaklığına dayandırılsaydı birçok miras dışı bırakılanlar mirasçı olurken mirasçı sayılanların bir çoğu mirastan mahrum kalırdı.
Bu iki kriteri birbirinden ayırdıktan sonra İslâm mirasa yöneldi ve bu konuda şu iki ana temeli ölçü olarak aldı:
Bu iki temelden biri akrabalık temelidir. Bu temel insanın akrabaları ile arasında ortak olan unsurdur. Bu unsur açısından kadın-erkek arasında, küçük-büyük arasında fark yoktur. Hatta ana rahmindeki doğ-mamış çocuklar bile bu unsur açısından diğer akrabalar ile aynıdır. Yalnız bu unsurun etkileri farklıdır. Bu farklı etki yüzünden kimi akraba öne çıkarken kimi akraba arka planda kalır. Kimi akraba başka bir akrabayı miras dışı bırakır. Buna ölüye yakın veya uzak olma dolayısıyla akrabalığın güçlü ya da zayıf oluşu yol açar. Aracıların az ya da çok varolmaları ile yok olmaları da bu konuda bir başka sebeptir. Ölünün oğlu, erkek kardeşi ve amcası gibi. Bu ana dayanak mirasçı olmayı hakketmenin temel gerekçesidir. Yalnız akrabaların ön derecede ve sonraki derecede yer alan kesimlerini göz önünde bulundurmak gerekir.
İslâm'ın mirastaki ikinci temel ilkesi, erkek ve kadın farklılığıdır. Bu farklılık bu türlerden birinin akılla, öbürünün duygularla donanmış olmalarının doğurduğu yapısal farklılıktan kaynaklanır. Erkek, doğası gereğince düşünce ve akıl yeteneği ağır basan bir insanken kadın heyecan ve ince duygulara mazhardır. Bu temel ilke kadın ile erkeğin hayatlarında bariz bir etkiye sahiptir. Onların mallarını yönetmelerinde, onun ihtiyaçlar için kullanılmasında bu etkinin ağırlığı görülür. Bu temel ilke kadın ile erkeğin miras paylarının farklı olmasını gerektirir. Erkek evlat ile kız evlat, erkek kardeş ile kız kardeş gibi aynı derecede akrabalar olsalar dahi bu farklılık geçerlidir. İlerde bu konuyu ayrıntılarıyla anlatacağız.
Birinci ilke, akraba kesimlerinin derecelerini belirler. Bunun için ölüye yakınlık ve uzaklık faktörü ölçü olarak alınır. Yakınlığı ve uzaklığı belirlerken aracıların yokluğuna, varsa azlığına ve çokluğuna bakılır. Buna göre ilk dereceden miras alan akraba tabakası, ölünün aracısız yakınlarıdır. Ölünün oğlu, kızı, babası, annesi gibi. İkinci dereceden miras alan akraba tabakası, erkek kardeş, kız kardeş, dede ve ninedir. Bu tabaka ile ölü arasında bağlantı kuran bir aracı vardır ki, o da ya anne ya baba veya her ikisidir. Üçüncü dereceden miras alan tabaka, amca, teyze, dayı ve haladır. Bu tabakayı ölüye iki aracı bağlar. Bunlar ölünün annesi, babası ile dedesi ve ninesidir. Kısacası miras derecelerinde ölçü bu şekildedir. Bu ölçüye göre her tabakadaki evlatlar babalarının yerini tutarlar ve bir sonraki tabakanın miras almasına engel olurlar. Karı ile kocanın kanları evlilik yolu ile birbirine karıştığı için her tabaka ile birlikte mirasçı sayılmışlardır. Hiçbir tabaka onları miras dışı bırakmadığı gibi onlar da hiçbir tabakayı miras dışı bırakmaz.
Sonra İslâm ikinci ilkeden, yani kadın ile erkeğin farklılığı ilkesin-den erkeğin miras payının kadınınkinin iki katı olması sonucunu çıkarmıştır. Yalnız anne ile, anne yoluyla bağlantı kurulan kelâle bu kuralın dışındadır.
İslâm'da belirlenen miras gerçi farklılık gösterir, ama altı şekilde belirlenir ki, bunlar yarım, üçte iki, üçte bir, dörtte bir, altıda bir ve sekizde birdir. Aynı şekilde vârislerden birinin eline geçen miras da öyledir. Gerçi bu vârisin payı da kalanın kendisine verilmesi veya payının kırpılması suretiyle çoğunlukla farklılık gösterir. Baba, ana ve ana yolu ile bağlantılı kelâle de böyledir. Gerçi bunların payları da erkeğe kadının iki katı kadar pay verilmesi kuralına göre sapma gösterir. Bu yüzden miras konusunda genel ve kapsamlı bir inceleme yapmak zordur. Yalnız bütün örneklerde kategorik olarak önceki tabakanın (ölünün) arkadaki tabakayı kendi yerine bırakması, eşlerden biri diğerini yerine geçirdiği gibi doğuran kuşak olan analar ve babalar yerlerine de doğan kuşak olan evlatları geçirmesi demektir. Her iki kesimin, yani eşler ile evlatların İslâm'daki miras payları ise erkeğin payının kadınınkinin iki katı olması ilkesine göre belirlenir.
Bu genel bakıştan şu sonuca varıyoruz: İslâm, dünyadaki mevcut servetin üçte bir ve üçte ikiye bölünmesini öngörür. Servetin üçte biri kadınlara, üçte ikisi ise erkekler içindir. Bu bölüşüm, mülkiyet açısından böyledir. Fakat bu görüş servetin ihtiyaçlar için kullanılması alanında geçerli değildir. Çünkü İslâm kadının geçimini sağlama görevini erkeğin omuzlarına yükler ve bu görevin adil bir biçimde yerine getirilmesini emreder. Bu emir harcamalarda erkek ile kadın arasında eşitliği gerektirir. Bunun yanı sıra kadına sahip olduğu mal konusunda irade bağımsızlığı tanır. Erkek, kadının malını istediği biçimde kullanmasına karışamaz. Bu üç ilkeden şu sonuç çıkar: Dünya servetinin üçte ikisine kadın tasarruf eder. (Üçte biri kendi malı ve diğer üçte biri ise erkeğin üçte ikilik payının yarısıdır.) Buna karşılık dünya malının sadece üçte biri erkeğin tasarrufu altındadır.
5- İslâm'a Göre Kadınların ve Yetimlerin Durumu
Yetimler güçlü erkekler gibi mirastan pay alırlar. Onlar büyüdükçe malları baba ve dede gibi velilerin veya müminlerden oluşan bir kurulun ya da İslâm hükümetinin gözetimi altında gelişir. Yetimler evlilik çağına girip de olgunlaştıkları izlenimi edilince, malları kendilerine verilir ve bağımsız bir hayat düzeyine erdirilirler. Bu uygulama yetimler hakkında düşünülecek en adil sistemdir.
Kadınlara gelince, onlar genel bakışa göre dünya servetinin üçte birine sahip olurlar, ama az önce anlatıldığı üzere dünya malının üçte ikisi üzerinde tasarrufta bulunurlar. Onlar kendi malları konusunda öz-gür ve bağımsızdırlar. Sürekli veya geçici denetim altına alınamazlar. Kendileriyle ilgili meşru tasarruflarından erkekler sorumlu değildir.
İslâm'da kadın, irade ve davranış özgürlüğü alanında her yönden erkek ile eşit şahsiyete sahiptir. Kendine özgü ve erkek psikolojisinden farklı psikolojik nitelikleri dışında erkeğin durumundan ayrı bir durumda değildir. Bu psikolojik farklılık şudur. Kadının hayatı duygu ağırlıklı iken erkeğin hayatı düşünce ve akıl ağırlıklıdır. İslâm'ın erkeğe daha çok mülkiyet hakkı tanımasının gerekçesi dünyada akla dayalı düzenlemelerin duygulara ve heyecanlara dayalı düzenlemelere baskın gelmesidir. Bu konuda uğradığı eksiklik, kendisine tasarruf ve harcama alanında üstünlük sağlanarak telafi edilmiştir. Kadın yatakta erkeğin isteğine itaat etmekle yükümlü tutulmuş, ama bu yükümlülük erkeğin kendisine mehir vermek zorunda tutulması ile telafi edilmiştir. Kadın yargılama, hükümet görevi yüklenme ve bizzat savaşa katılmak işlerinden uzak tutuldu. Çünkü bu işler duygulara değil, akla dayandırılması gereken işlerdir. Bunların telafisi olarak, kadının güvenliğini korumak ve namusunu savunmak erkeğin görevi sayıldı. Kazanç peşinde koşup kadının, çocukların ve ana-babanın geçimini sağlama yükümlülüğü de erkeğin omuzlarına yüklenmiştir.
Kadın çocuklara bakma ücretini alma hakkına sahiptir. Ama bu, zorunlu değildir, kadının istediği takdirdedir. Bütün bu hükümlerin dengelenmesi babında, kadınlar örtünmeye, erkekler arasına fazla girmemeye, ev işlerini düzenlemeye ve çocukları büyütmeye çağrılmıştır.
İslâm savunma, yargı ve hükümet etme gibi kamu faaliyetlerini duyguların ve heyecanların etki alanı dışında tuttu. Çağımızda duyguların akla baskın çıkması sonucunda ortaya çıkan acı sonuçları insanlık tanıdıkça bu tutumun ne kadar haklı olduğu görüldü. Çağdaş uygarlığın armağanlarından olan büyük dünya savaşlarını göz önüne getir ve dünyaya egemen olan şartları düşün. Bütün bu olayları bir defa aklın ve bir defa da duygusal heyecanların ölçüleri ile değerlendir. O zaman sapmanın başlangıç noktasının neresi olduğunu ve doğrunun kaynağının nerede olduğunu kolayca belirleyebilirsin. Hidayet ancak Allah'tandır.
Batılı milletler yüzyıllardan beri ellerinden gelen her gayreti göstererek kızlara erkeklere verdikleri eğitimin aynısını vermekte, onlardaki potansiyel yetenekleri ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Buna rağmen eğer siyaset, yargı, teknisyenlik alanlarında ön plana çıkan isimler göz-den geçirilirse, savaş komutanlarının adları incelenirse, hükümet etme, yargı ve savaş alanlarında yüzlerce, binlerce sivrilmiş erkek ile karşılaştırılacak sayıda kadına rastlanmadığı görülür. Bu sonuç, kadın tabiatının bu alanlarda gelişmeye yatkın olmadığının en doğru şahididir. Çünkü bu alanlar, özelliklerinin gereği olarak aklın ve düşüncenin egemenliği altında olmak zorundadırlar. Duygular bu alanlara sızdıkça hayal kırıklığı ve hüsranla karşılaşma ihtimali artar.
Bu ve benzeri gerçekler şu ünlü nazariyeyi çürüten en kesin cevaptır. Bu nazariye şöyle diyor: Kadınların toplumda erkeklerin gerisinde kalmalarının tek sebebi, onlara yönelik yapıcı eğitimin yetersizliğidir. Bu yetersizlik eski çağlardan beri geçerlidir. Eğer kadınlar sürekli biçimde yapıcı eğitim görselerdi, sahip oldukları ince duyguların ve heyecanların da desteği ile erkeklere yetişirler veya onların önüne geçerlerdi.
Bu mantık, varılmak istenen sonucun zıddını kanıtlıyor. Çünkü ince duyguların kadınlara mahsus olması veya bunların onlarda fazla oluşu, onların aklın güçlü olmasını ve ince psikolojik duygulara baskın gelmesini isteyen hükümet ve yargı işleri gibi alanlarda geri kalmalarının ve akıl gücü bakımından onlardan üstün olan erkeklerin bu konularda öne geçmelerinin gerekçesidir. Kesin tecrübeler şunu gösteriyor. Herhangi bir psikolojik yeteneğe sahip olan kimsenin eğitiminde başarıya ulaşılabilmesi için o yetenekle uyuşan bir amaç uğrunda eğitilmesi gerekir. Bu ilkenin sonucu şudur:
Erkeklere hükümet ve yargı konularında verilecek eğitim başarılı olur ve onlar bu alanlarda kadınlardan daha üstün derecelere ulaşırlar. Buna karşılık kadınlara ince duygularla uyuşan, bu özellikle bağlantılı alanlarda verilecek eğitim başarılı olacaktır. Tıbbın bazı dalları, fotoğrafçılık, müzik, dokumacılık, ahçılık, çocuk bakımı, hasta bakıcılığı ve süslemecilik gibi. Bunlar dışında kalan alanlarda kadın ile erkek eşittir.
Bazıları kadınların söz konusu alanlardaki geri kalmalarını tesadüfle izah etmek isterler. Eğer böyle olsa, milyonlarca yıl olarak tahmin edilen insanlık tarihi boyunca bazı dönemlerde bunun tersinin görülmesi gerekirdi. Bunun yanı sıra erkeklerin de kadınlara mahsus işlerdeki geri kalmışlıkları da tersine dönmeliydi. Eğer erkek ile kadının ayrılmaz özelliği olan iç güdüsel özellikleri tesadüfü şeyler saymamız doğru ise, insanda hiçbir fıtrî özelliğin varlığını ileri süremeyiz. Meselâ insanın uygarlaşmaya, kültürel gelişmeye eğilimli olduğunu, bilgiyi sevdiğini, olayların sırlarını irdelemeye meraklı olduğunu söyleyemeyiz. Bu sıfatlar insanın ayrılmaz nitelikleridir ve fertlerin bünyelerinde bu sıfatlarla uyuşan yetenekler vardır. Bu yüzden bu sıfatları fıtrî sıfatlar sayıyoruz. Tıpkı bunun gibi kadınların ince ve duygu yük-lü işlerde önde olduklarını, buna karşılık akla dayalı işlerde, dehşetli ve çok zor faaliyetlerde erkeklerden geride olduklarını ve bunun onların psikolojik yeteneklerinin gereği olduğunu ve erkeklerin bu konularda önde ve bunlar dışındaki konularda geride olduklarını söylüyoruz. Eğer erkekler ile kadınlar arasındaki yetenek farklılıklarını fıtrî değil de tesadüfi kabul edersek insana has hiçbir özelliği fıtrî kabul edemeyiz.
Bütün bunlardan sonra geride şu mesele kalıyor: Erkekler akılca üstün sayılırken kadınların duyguya ve heyecana yatkın kabul edilmeleri kadınlarda alınganlık doğurabilir. Fakat bu tepki yersizdir. Çünkü İslâm'a göre akılcılık ve duygusallık iki ilâhî armağandır. Bunlar ilâhî maksada dayalı olarak insan bünyesine yerleştirilmiş ve hayatta fonksiyonu olan yeteneklerdir. Birinin öbürüne karşı üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadan kaynaklanır. Ne olurlarsa olsunlar diğer yetenekler takva yolundan gidildiğinde gelişip serpilebilirler. Aksi hâlde omuzlara binen kötü bir yükten başka bir şey değildirler.
6- Yeni Miras Kanunları
Yeni miras kanunları aşağıda kısaca anlatılacağı üzere her ne kadar İslâm'ın miras kanunlarına ters iseler de ortaya çıkışlarında ve yerleşmelerinde İslâm'ın miras hukukundan yararlanmışlardır. Dünyada kadınların mirasçılığını yasallaştırdığında İslâm'ın durumu ile yeni miras kanunlarının durumu arasında ne kadar fark vardır!
İslâm öyle bir sistem ortaya koydu ki, ne dünya onu tanıyordu, ne insanların kulakları onu işitmişti ve ne de yeni kuşaklar onu eski kuşaklardan, önceki atalarından onu hatırlıyordu. Bu yeni kanunlara gelince bunlar, İslâm'ın miras sistemi milyonlarca insan arasında yerleşmişken ortaya atılmış ve bazı milletler arasında uygulanmaya başlamıştır. Bu uygulama başladığında İslâm'ın getirdiği İslâm hukuku on yüzyılı aşkın bir zamandan beri nesilden nesle aktarılıyordu. Psikolojik araştırmalar şunu kesinlikle ispat etmiştir ki, bir şeyin dış dünyada meydana gelmesi, sonra yerleşip kökleşmesi, o şeyin benzerinin meydana gelmesine en iyi bir destek olur. Her eski sosyal sistem, bir sonraki benzer sosyal sistemin fikir malzemesidir. Hatta o sistem, ikincisine dönüşen malzemedir. Dolayısıyla hiçbir sosyal araştırmacı, yeni miras kanunlarının İslâm'ın miras hukuku alanındaki birikiminden yararlandığını, İslâm miras hukukunun doğru ya da yanlış biçimde bu yeni sistemlere dönüştüğünü inkar edemez.
Zaman zaman şöyle garip bir iddia -Allah ilk cahiliye taassubunu yok etsin- ileri sürülür: "Modern kanunlar eski Roma hukukundan alınmıştır." Oysa yukarda eski Roma'nın miras hukukunun ana noktalarını ve İslâm'ın bu alanda insan toplumuna sunduğu yenilikleri anlatmıştık. İslâm'ın miras hukuku ortaya çıkışında ve uygulamasında eski Roma sistemi ile Batının yeni miras kanunlarının ortasında yer alır. Bu sistem milyonlarca toplum tarafından bilinen ve yüz milyonlarca insanın vicdanında yüzyıllardan beri sürekli biçimde yer tutmuş bir sistemdir. Bu yüzden batıdaki kanun koyucuların düşüncelerini etkilememiş olarak bir kenarda kalması düşünülemez.
Bundan daha garip olanı şudur. Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm'ın miras hukukunun eski Roma'nın miras hukukundan alınmış olduğunu söylüyorlar!
Kısacası, batı toplumlarında uygulanan yeni miras kanunları aralarında bazı farklılıklar olsa da hepsi kadınlar ile erkeklerin miras paylarının eşitliğini esas almışlardır. Buna göre oğullar ile kızların miras payları gibi babalar ile annelerin payları da eşittir.
Fransız miras hukukuna göre, mirasçı tabakalar şöyle sıralanır: 1- Oğullar ve kızlar. 2- Babalar, anneler, oğlan kardeşler, kız kardeşler. 3- Dedeler ve nineler. 4- Amcalar, halalar, dayılar ve teyzeler. Bu kanunlarda karı-koca ilişkisi bu tabakalar dışında tutulmuş ve gönül ilişkisi ve sevgi esasına dayandırılmıştır. Bunun ve diğer tabakaların ayrıntılarına değinmek bizi ilgilendirmez. İsteyen o kanunlara başvursun.
Bizi, uygulanmakta olan bu sistemin sonuçlarını irdelemek ilgilendiriyor. Bu irdelemede gördüğümüz şudur: Dünya malı daha önce sözünü ettiğimiz genel bakış gereğince kadın ile erkek arasında eşit olarak bölüştürülüyor. Fakat batılılar kadını kocasının denetimi altına koydular. Kadının kendine miras kalan malları üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bunun için kocasından izin alması gerekir. Böylece dünya malı mülk olarak erkek ile kadın arasında eşit biçimde bölüştürüldü, ama düzenleme ve irade bakımından tümü ile erkeğin denetimine verildi! Batı toplumlarında faaliyet gösteren bazı devrimci dernekler kadınlara malî bağımsızlık sağlayarak onları bu konuda erkeklerin denetiminden kurtarmak için çalışıyorlar. Eğer isteklerinde başarılı olurlarsa, kadınlar ile erkekler hem mülkiyet hem de düzenleme ve tasarruf yetkisi bakımından eşit duruma gelirler.
7- Miras Sistemlerinin Karşılaştırılması
Biz, eski milletler ve geçmiş çağlarda geçerli olan miras sistemlerini özetledikten sonra işi eleştirici araştırmacılara havale ediyoruz. Bu sistemleri birbirleri ile mukayese etsinler. Bu sistemlerin hangisinin yeterli, hangisinin eksik olduğuna, insan toplumu için hangisinin faydalı, hangisinin zararlı olduğuna, hangisinin mutluluğa götüren yol üzerinde olduğuna hüküm versinler. Sonra da bu sistemler ile İslâm'ın bu alandaki kanunlarını karşılaştırarak verilmesi gereken hükmü versinler.
İslâm sistemi ile diğer sistemler arasındaki en köklü fark, hedefte ve maksattadır. İslâm sisteminin maksadı dünyanın huzura ve mutluluğa ermesi iken, onun dışındakilerin maksadı arzu ettiğini elde etmektir. Bütün ayrıntılar ve sonuçlar, bu iki temel şeyden kaynaklanır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz." (Bakara, 216) "Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, bilin ki, bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz de Allah onda birçok hayır koymuş olabilir." (Nisâ, 19)
8- Vasiyet
Daha önce söylediğimiz gibi İslâm vasiyeti miras kapsamı dışına çıkararak onu bağımsız bir hüküm olarak ele almıştır. Çünkü onun bağımsız bir dayanağı vardır. Bu dayanak, mal sahibi hayattayken onun malı üzerindeki iradesini tanımaktır. Vasiyet gelişmiş milletlerde bir hile yolu idi. Baba gibi, aile reisi gibi vasiyet eden kimsenin malını veya malının bir bölümünü yürürlükteki miras kanununun vermeyi uygun gördükleri dışındaki kimselere vermek için başvurduğu bir formül olarak kullanılırdı. Bu yüzden söz konusu toplumlar vasiyetin kapsamını daraltmak ve miras hükümlerini geçersiz kılmaya yol açan bu yolu şu ya da bu şekilde kesmek maksadı taşıyan kanunlar çıkarıyorlardı. Bu alandaki sınırlama girişimleri günümüze kadar hep devam etmiştir.
İslâm, vasiyetin kapsamını malın üçte biri ile sınırlamıştır. Buna göre vasiyet malın üçte birinden fazlası için geçerli değildir. Bazı yeni kanunlar bu konuda İslâm'ın yöntemini izlemişlerdir. Fransız kanunu gibi. Fakat iki kanun arasında bakış açısı farklılığı vardır. Nitekim İslâm vasiyeti teşvik ederken söz konusu kanunlar ya onu engelliyor veya sessizce geçiştiriyor.
Vasiyet, sadakalar, zekât, humus ve mutlak infak hakkındaki ayet-lerin incelemesi şunu ortaya koyuyor: Bu düzenlemeler, yaklaşık olarak malların yarısının ve bu malların gelirinin üçte ikisinin iyilikler ve yoksul kesimin ihtiyaçları için kullanılmasının yolunu kolaylaştırıyor. Böylece toplumun değişik kesimleri birbirine yaklaştırılıyor, aralarındaki büyük farklar kaldırılıyor ve fakir kesimin ayakları üzerinde durabilmesi sağlanıyor. Bu kanunların bir amacı da zenginlerin harcama biçimlerini düzenleyerek fakir kesim ile aralarının açılmasını frenlemektir. Bu konu inşallah ilerde ayrıca ele alınıp incelenecektir.
Yeni yorum ekle