NEHC’ÜL-BALAĞA’DA HİTABETİN ROLÜ

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “ve şüphesiz ki biz sözün emirleriyiz. Söz, köklerini bizde saldı, dalları üzerimize sarktı.”

Konumuz “Nehc’ül- Belağa’da hitâbenin rolüdür. Nehc’ül Belağa, değerli âlim Seyyid Razi’nin, içinde müminlerin Emiri Ali (a.s)’ın hutbelerinden, mektuplarından ve kısa sözlerinden seçmeleri topladığı ve bu isimle adlandırdığı bir kitaptır.

Gerçekten de bu isim, Müminlerin Emiri Ali (a.s)’ın bu seçilmiş sözlerine haklı olarak ve yerinde verilen çok güzel bir isimdir. Zira kimse, Müminlerin Emiri Ali (a.s)’ın, Kur’an ve Peygamber (s.a.a)’in dengi,

Müminlerin Ya’sub’u, (büyük önderi) ilmin ölçüsü, cennet ve cehennemin paylaştırıcısı ve dinin kemâle erme, nimetlerin tamamlanma vesilesi olduğunda şüphe etmemektedir. Elbette ki, böylesi yüce bir şahsiyetin sözleri de kendisi gibi sözlerin emiri, üstünü ve en güzeli olacaktır.

Makalemizin konusu hitâbedir. Hitâbe, bir tür konuşma ve beyan çeşididir. İnsanların dünyadaki diğer varlıklardan en önemli ayırımı, beyan nimetidir. Beyan, bir beyinden bir beyine düşüncelerin geçiş yoludur.

Bazen beyan, insanların günlük ihtiyaçlarını, fikirlerini ve seçkin duygularını beyan ettikleri sıradan konuşmalar türündendir. Burada önemli olan, düşüncenin karşı tarafa aktarılmasıdır.

Bu tür beyan üslubunda bazen düşünceye ilaveten bir takım duygular da muhataba intikal etmektedir. İkinci tür beyan, hakların açıklanması ve kanunların yazılımı makamında kullanılan beyan üslubudur. Bu beyan türünde açıklamalar oldukça ince elenip sık dokunulmakta ve tüm sınıflandırmalara uyulmaktadır.

Bu beyan türü, hakların darbe yemeyeceği; çatışma ve sürtüşmelerin gerçekleşmeyeceği bir tarzda ifade edilmektedir. Burada artık duygu, his ve heyecandan eser yoktur; ama, hitâbe kendine özgü bir beyandır.

Yâni hitabede düşünce, fikir ve algıların intikaliyle muhatabın anlayış sahası, güçlü bir konuşmacının sultasına girmekle birlikte, duygu ve his iklimi üzerindeki hâkimiyetini de harekete geçirmektedir.

Öyle ki, karşı taraf konuşmanın cazibesine kapılmakta, kendinden geçmektedir. Güzel hitabenin öyle bir etkileyici gücü vardır ki, muhatap iradesiz bir şekilde sözün içeriğine teslim olmakta, hatta kendini tutamayarak feryat etmekte, gözyaşı dökmekte, kalbi çarpmakta ve kaybettiğini bulur gibi olmaktadır.

Oysa bu söz sıradan bir şekilde eda edilmiş olsaydı, sadece fikir ve düşünceler aktarılmış olacaktı. Ama şimdi duygular, konuşmacının hakimiyeti altına girmiş ve karşı taraf adeta kendinden geçmiştir.

Öyle ki zamanın geçişini ve mekanın durumunu unutmuş, belagatta güçlü bir konuma sâhip olan hatibin sözünün sihrine kapılmıştır.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın Nehc’ül- Belağa’sı da, hitâbe dalında bu niteliklere sâhiptir. Siyaset, iktisat, İslâmi kültür, sosyal olaylar, ezilen insanların hakkını korumak,

zâlimlere darbe vurmak, uyuyanları uyandırmak, iradeleri harekete geçirmek ve düşüncelere inanmak hususunda son derece güçlü özelliklere sâhiptir. Dolayısıyla da dinleyeni tüm gücüyle harekete geçirmektedir.

İşte hitâbe böyle bir beyandır; ve Nehc’ül- Belağa’nın bu hususta çok büyük ve yaratıcı bir payı vardır. Bu yüzdendir ki bütün beyan önderleri ve söz büyükleri,

Ali’nin beyanı karşısında aciz olduklarını itiraf etmiş ve: “Ali (a.s)’ın sözleri, Allah kelamından aşağı, beşer kelamından yücedir. Ali (a.s)’ın sözlerinin bir benzeri daha bulunamaz.”demişlerdir.

H. 3. asrın başlarında yaşayan Cahiz adında büyük bir şahsiyetin, Abdusselam Harun’un tahkik ettiği “El-Beyan ve’t-Tebyin” adında bir kitabı vardır. Gençlik yıllarında bu kitabı inceleme imkânım oldu.

Bu şahsın hatip bir insan ve güçlü bir yazar olduğunu gördüm. Ama buna rağmen kitabının birinci cildinde Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın sözleri karşısında başını önüne eğmekte ve şöyle demektedir:

“Allah’ın kısa sözlerine celalet elbisesini giydirdiği ve üzerine melekut nurunun perdesini attığı bu yüce insan kimdir? Öyle ki manası lafzından önce zihne yansımaktadır. Herkesin değeri, becerisiyle ölçülür. Ben ömrüm boyunca yaptığım bunca araştırmalara rağmen, henüz böylesine güzel sözlere rastlamadım.”

Yine Cahiz, kitabının başka bir yerinde Muaviye’ye isnat edilen bir söz hakkında feryat etmekte ve şöyle demektedir: “Muaviye nerede, züht hakkında konuşmak nerede?! Muaviye nerede, ibadet hususunda konuşmak nerede?! Muaviye’nin ne zaman böyle bir anlayışı olmuştu ki? Bu söz Ali (a.s)’ın sözüdür.”

Bugün de Taha Hüseyin gibi bazı araştırmacı yazarlar, Peygamberin zamanında üstün mevki sahibi oldukları halde daha sonra Ali (a.s)’ın karşısında yer alan Talha ve Zübeyr gibilerinin durumlarını ele alınca şaşırıyor ve yüzyıllarca taşıdıkları inançlarının verdiği taassup duygularıyla da olsa:

“Bize göre Ali’nin mi veya Peygamber’in zamanında belli bir konuma sâhip olan ve sonraları Ali (a.s)’ın karşısında yer alan Talha ve Zübeyir’in mi doğru söylediğini anlamak çok zordur” diyorlar;

ama İmam Ali (a.s)’ın onlarla aynı konumda olan Haris bin Hut’a hitaben buyurduğu şu sözünü işitince de şaşırıp kalıyorlar: “Sen aşağıya bakmaktasın, yukarıya değil, dolayısıyla da şaşkın kalmışsın.

Sen hakkı tanımıyorsun ki ehlini de tanıyasın; bâtılı bilmiyorsun ki ehlini de bilesin.”[1] Yâni, sen hak ve bâtılı ayırma ölçüsünü kaybetmişsin. Hak ve bâtılı ölçüleriyle tanıman lazım, şahıslarla değil. Peygamber (s.a.a) ile bir kaç gün bulunmak, hakkın ölçüsü olmak için yeterli değildir.

Bu yüzdendir ki, bu sözü gören Taha Hüseyin: “Allah’ın sözünden sonra dünyada bu sözden daha güzel bir söz görmedim ve duymadım!” demek zorunda kalıyor.

Naimi Bestani şöyle diyor: “Ali (a.s) sadece savaş meydanlarının kahramanı, kalp sefası, ruh temizliği ve gerçek iman sâhibi bir kimse değildi; o, aynı zamanda mucizemsi bir beyan üslubuna da sâhipti.”

Evet, bizzat söz üstatlarının da itiraf ettiği üzere, Hz. Ali (a.s) harikulade ve mucizevi bir beyana sâhipti. Salebi’nin “Yetimet’ud-Dehr” adlı kitabında,

Kureyş’in en büyük şairlerinden saydığı Seyyid Razi bile, İmam (a.s)’ın edebi ufkunun önünde boyun eğmek zorunda kalmıştır. O, Hz. Ali (a.s)’ın şu sözü: “Hak ve bâtıl; her ikisinin de ehli vardır.

O halde eğer bâtıl hükümet ederse, (ilginç değildir; zira) eskide de böyle olmuştur. Hak da azalırsa çoğalması umulur. Ama bir şey giderse, dönüşü nadir olur.”[2] karşısında şöyle demektedir:

“Bu kısacık sözde o kadar incelikler ve o kadar güzellikler vardır ki, hiç bir dil onu beyan edemez, hiç bir insan bu yüksek dağın zirvesine tırmanamaz ve hiçbir dalgıç onun derinliğine dalamaz.”

Bir başka yerde Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sonuç (kıyamet) önünüzde; sizi sevk eden/süren (ölüm) de ardınızdadır.

Yükünüzü hafifletin ki, kavuşasınız. Çünkü ilk gideniniz son gelecek kişiniz için bekletilmektedir.”[3]

Seyyid Razi bu söz hakkında da şöyle diyor: “Bu söz de münezzeh olan Allah’ın ve Resulullah’ın sözünden sonra hangi sözle mukayese edilirse edilsin üstün gelecek ve öne geçecek bir sözdür.”

İmam’ın sözü ve belagatı karşısında böylesine huzu ve tevazu gösteren kimse, Seyyid Razi gibi bir şahsiyettir. Razi’yi tanımak istiyorsanız, Peygamber (s.a.a)’in kısa sözleri hakkında “el-Mecazat’un Nebeviyye” adlı eserine bakmanız gerekir. Böylece onun kim olduğunu ve ne kadar büyük söz ve hitâbe gücüne sâhip olduğunu görürsünüz.

İşte Seyyid Razi Hz. Ali (a.s)’ın sözlerine gelince, acizliğini ve kusurunu itiraf etmekte, tevazu göstermektedir. Hitâbede söylediğim gibi insan büyülenmelidir. Bunu bizzat Peygamber buyurmuştur. Arapların önde gelenlerinden bir kaç kişi, Peygamberin huzuruna gelirler.

Peygamber (s.a.a) gelenlerden biri olan Amr b. Ehtem’den, Zeberkan adlı şahsı sorar. Amr onun hakkında bir iki yüce kelime söyler. O şahıs itiraz edip, “Ya Resulullah, benim hakkımda ihmalkârlık etti.

Hasletlerim bundan daha fazladır.” deyince o şahıs, bu defa onun aleyhine bir kaç cümle beyan eder. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurur: “Şüphesiz ki beyan da bir tür büyüdür.”

Nakledildiğine göre Azududdevle Deylemi, veziri olan Ebu Tahir b. Bakiyye’yi dar ağacına asmalarını emrettiğinde, Ebul Hasan Envari onu methederek şu şiiri okumuştur. “Ey Ebu Tahir,

sen hem hayatta ve hem de ölümde alnı dik, yüce bir insandın, o kadar yüceldin ki yanında duran halkın tümü sana ulaşmanın hediyesini beklemektedirler.

Sen adeta dar ağacı minberinin üstünde bulunan bir hatipsin ve hepsi senin namazını beklemektedir. Yeryüzü senin yüce bedenine dar gelir. Feza seni içine almalıdır.

Sana kefen bulunmaz, rüzgar zerrelerden senin için kefen örmelidir. Neden dar ağacına asılmayasın ki? Sen musibetleri, zorlukları, yetimlerin gözyaşını,

dulların feryadını ve borçluların borcunu ortadan kaldırmaktasın. Sen hayatın musibetlerini katlediyordun. Ama musibetler birleşerek üzerine saldırdılar.”

Ebul Hasan Envari bunları söyleyince Ebu Tahir b. Bakiyye’nin katledilmesini emreden Azududdevle şöyle der: “Keşke ben dar ağacına gitseydim de bu şiir benim hakkımda söylenmiş olsaydı.”

İşte buna “beyan da bir tür sihirdir.” denir.

Evet keramet kaynağı olan Müminlerin Emiri Ali, sözlerinde bir çok büyüler yaratmıştır. Onun sözlerini dinleyenler, kendilerinden geçer, bedenleri titrer, gözyaşı döker hatta dayanamayarak can bile verirlerdi.

Nehc’ül- Belağa’nın sahası işte böyle bir sahadır.

Lütfen Hemmam diye bilinen 184. hutbeyi okuyunuz. Hemmam, Ali (a.s)’ın yetiştirdiği insanlardan biridir. Hz. Ali (a.s)’dan muttakilerin sıfatlarını beyan etmesini istemektedir.

Hz. Ali (a.s) ona, “Allah şüphesiz sakınanlarla ve iyilik yapanlarla berâberdir.”[4] kısa cümlesiyle cevap vermiş, ama Hz. Ali’yi ilim şehrinin kapısı, faziletler kaynağı Kur’an müfessiri,

hakikatlerin hazinesi kabul eden Hemmam, ondan daha fazla açıklama istemiştir. Hz. Ali (a.s) takva sâhiplerinin yüzden fazla sıfatını o mucizemsi beyanıyla sıralayınca da Hemmam cansız yere yığılıp ölür. Bunu gören Hz. Ali (a.s): “Gerçek öğüt ehline işte böyle etki eder.”buyurur.

Bunun içindir ki, İbn-i Ebil Hadid şöyle diyor: “Bakınız fesahat nasıl da dizginlerini Hz. Ali’nin eline vermiş, kendini ona ısmarlamıştır. Bakınız, belagat nasıl da kaynayan pınar gibi ellerinde akıp gitmektedir. Süphanellah bu nasıl bir insandır.”

Şimdi isterseniz biraz da biz Nehc’ül- Belağa’nın feyiz dolu çeşmesinden içelim:

Ali diyor ki: “...Derken, kavmin üçüncüsü (çok yiyen develer gibi) iki yanı şişmiş halde kalkıverdi. Yaşamı, yediği ve çıkardığı yer arasında dolaşmaktan ibaretti.

Onunla birlikte babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümmeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını, devenin ilkbaharda otları, çayır çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler...”[5]

Arapça ibaresinde geçen “nesil” kelimesi, hayvanın kirlettiği yer, “mu’telef” kelimesi ise otladığı yer anlamındadır. Bakınız ne kadar büyük bir belagat örneği sergilemiştir. Burada “beyne nesilihi ve mu’telefihi” cümlesinden maksat; onun yemekten ve yediğini boşaltmaktan başka bir derdinin olmadığını vurgulamaktır.

Kendisinin hilafeti kabul edişi hususunda ise; “...ve Allah zâlimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı, hilafet devesinin yularını sırtına atar, sonunu ilkinin kasesiyle suvarırdım.

Biliyorsunuz ki, sizin şu dünyanız benim nezdimde bir keçinin aksırığından daha değersizdir...”[6] buyurarak bu ümmetin alimi olarak gerçek değerleri ortaya koymakla yükümlü olduğunu beyan etmektedir.

Bir gün dahi olsa, âlim bir insan aç insanlardan gaflet etmemelidir. Âlim insan, işi gücü mal biriktirmek, şehvetlerini tatmin etmek, karnını tıka basa doldurmak ve refaha ulaşmak olan kimselerden de gafil olmamalıdır. Bu, âlimlerin Allah ile imzaladığı bir ahittir; ve bunu yapmadığı takdirde, kendisini çetin günler beklemektedir.

Evet âlim insan, âlemin derdiyle dertlenen insandır. Sadece bir gösterik namaz ve hutbeyle yetinen bir âlim, daha çok kitap ve kağıt için işe yarar, toplum için değil. İşte bu, Hz. Ali (a.s)’ın sözleridir.

Bizim, toplumdaki yetersizlikleri dile getiren cesur ve tavizsiz âlimlere ihtiyacımız vardır; işi gücü sadece mutfakla lavabo arasında dolaşmaktan ibaret olan sığır sıfatlı ya da önlerine atılacak bir haram lokma için zalimlerin önünde kuyruk sallayan köpek sıfatlı alimlere değil.

Yine Hz. Ali (a.s) Cemel’de büyük bir velvele kopararak Müslümanların zihinlerini bulandıran bir gruba: “Onlar bozgunculuk ektiler, hile suyu ile suladılar, sonunda ise ölüm biçtiler.” cevabını vererek susmalarını sağlamıştır.

Yine Basra halkına hitaben şöyle buyurmuştur: “Sizler bir kadının (Aişe’nin) ordusu oldunuz, bir hayvana (Aişe’nin devesine) uydunuz. (Deve) bağırınca icabet ettiniz, boğazlanınca ise kaçtınız, ahlâkınız kırıcı, ahdiniz ayrılık, dininiz nifak, suyunuz ise pek acı ve tatsızdır.”[7]

Hitâbenin heyecan verici güzelliklerinden söylemeye devam edelim. Hz. Ali (a.s) Muaviye’ye yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Orduma suyu kesme, onlar arasında yaşlı ve hasta olanlar var.

Hepsinin de suya ihtiyacı vardır.” Bunun üzerine Amr b. As, Muaviye’ye: “Ali bizden suyu kesmememizi istiyor.” dediği zaman, Muaviye ona şu cevabı vermiştir: “Bu bizim zafer belgemizdir;

Ali şuanda güçsüz düşmüştür.” Amr b. As, “Ali hakkında böyle deme,” dedi ise de bunu büyük bir fırsat bilen Muaviye suyu kesti. Bunun üzerine Ali (a.s) bir platform üzerine çıkarak ordusuna şöyle seslendi:

“Onlar sizi savaş sofrasına davet etmekteler. O halde ya zilleti kabul ederek toplumda son sıralarda yer alın, ya da dudaklarınızı Fırat suyu ile ıslatmadan önce kılıçlarınızı bu soysuzların kanıyla sulayın.

Bilin ki, ölüm zillet ile yaşamanızda, hayat ise kahramanlıkla ölmenizdedir. İzzet bayrağını göklerde dalgalandıran toprağa düşmüş erlere selâm olsun.” [8]

Hz. Ali (a.s)’ın bu sözleri üzerine orduda bulunanlar büyük bir heyecana kapılarak savaştılar; sonunda suyu ele geçirince de bâzıları misilleme olarak Muaviye’nin ordusuna suyun kesilmesini Hz Ali (a.s)’a önerdilerse de Hz. Ali onlara:

“Hayır, onların susayanı, yaşlısı ve hasta olanı var, suyu kesmeyin.” buyurarak, erdemliliğin ne demek olduğunu gözler önüne serdi.

Ben bütün yüce düşünürlerden, aziz halkımızdan ve değerli yazarlarımızdan Nehc’ül- Belağa’ya daha fazla önem vermelerini rica ediyorum. Bakınız, Mısır müftüsü Muhammed Abduh,

Nehc’ül- Belağa’yı okuduğu zaman öylesine büyülenir ki, resmen devletten onun Mısır okullarında okutulmasını talep eder. Bu kitap insanlara siyaset ve azamet yolunu öğretmektedir. İnsanları doğru yola sevk etmektedir. Halkı yöneten yöneticilerin halkın yüreğine yerleşmelerini sağlamaktadır.

Yine Hz. Ali (a.s) Cemel savaşına giderken Zikar bölgesinde ayakkabısını yamadığı sırasında yanına gelen İbn-i Abbas’a ayakkabısının kıymetini sorar ve onun cevaben bu ayakkabı artık hiçbir şey etmez demesi üzerine ona şöyle hitap eder:

“Allah’a yemin olsun ki, benim gözümde bu ayakkabı, sizlere yöneticilik etmekten, bir hakkı diriltmek veya bir bâtılı ortadan kaldırmak dışında, daha sevimlidir...” [9]

Halkı sınıflara ayırdığı bir konuşmasında da şöyle buyurmaktadır: “Bir grubu kapasitesiz kimselerdir; yöneticiliğe erince her türlü rezalet ve kötülükten çekinmezler. Bir grubu ise zahit görünümündedir;

ve bir makama erişmek için zühdünü bir tuzak gibi kullanmaktadır. Diğer bir grubu ise tüm himmetleri ve gayretleri ölünceye dek insanlara kılavuzluk etmeye çalışan çok değerli kimselerdir.”

Hz. Ali’nin mantığında toplumun yöneticiliğine soyunan kimse, ilk önce, dünyayı buğday kabuğundan daha aşağılık görmeli, bunu kendi yaşamında uygulamalı ve başarılı olduktan sonra yöneticiliği kabul etmelidir.

Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Eğer isteseydim, ben de balın safını, buğdayın halisini yemeye, ipek elbise giyinmeye yol bulabilirdim. Fakat heyhat! Hicaz’da veya Yemame’de bir ekmek bile bulamayan, tokluk,

doyumluluk nedir bilmeyen nice fakirler varken, nefsimin beni yenmesi, lezzetli yemekler yemeye götürmesi nasıl mümkün olabilir?! çevremde aç karınlar, susuzluktan yanmış ciğerler varken,

geceyi nasıl tok olarak geçirebilirim?! Ben şairin dediği şu duruma nasıl düşebilirim ki: “Çevrende tabaklanmış deriye hasret olanlar; Ciğeri yanmışlar varken; Karnı tok olarak yatman;

Sana dert olarak yeter! Ben, sadece bana müminlerin emiri demeleriyle mi iktifa edip zamanın zorluklarında onlarla ortak olmayacağım mı? Yaşantılarının sıkıntılarında onlara örnek olmayacağım mı?

Ben, derdi/tasası sadece yiyeceği olan bağlı veya işi gücü çöplükler arasında yiyecek aramak olan başı boş bir hayvan gibi, sadece temiz şeyleri tüketmekle meşgul olmak için yaratılmamışım....” [10]

İşte bu bizim efendimiz ve mevlamız Ali (a.s)’dır. Allah’ım, biz onun ayağının tozu olamayız, ama en azından yolundaki tozları yüzümüze kondur.

Dipnotlar

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Nehc’ül- Belağa 254. Hikmet

[2] Nehc’ul-Belağa 16. Hutbe

[3] Nehc’ül- Belağa 21. Hutbe

[4] Nahl suresi 128. ayet

[5] Nehc’ul-Belağa 3. hutbe

[6] Nehc’ül- Belağa 3. hutbe

[7] Nehc’ül- Belağa 13. hutbe

[8] - Nehc-ül Belaga/51.hutbe.

[9] - Nehc-ül Belağa/33.hutbe.

[10] - Nehc-ül Belğa/44.mektup.

 

Yeni yorum ekle