ŞEYTANIN VESVESELERİ

Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

Nisa Suresi-115- Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittiği yönde yürütür ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!
Nisa Suresi- 118- Allah onu lânetlemiş, o da demişti ki: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım.

Nisa Suresi-119- Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattıklarını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakır da Şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana uğramıştır.

Nisa Suresi-120- (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir.

Hiç Mü'minlerin Yolu ile Şeytanın Yolu Bir Olur mu?
"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşıçıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa..."

Ayetin orijinalinde geçen "yuşâkik" kelimesi, "şakk" kökünden gelir ve bir şeyden ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşıçıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek ve ona itaat etmemek demektir.

Buna göre, "müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi,
Resule karşı çıkmanın diğer bir açıklaması konumundadır.
Müminlerin yolundan maksat, Peygambere itaattir. Çünkü ona itaat,
Allah'a itaat demektir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."

(Nisâ, 80)

Şu hâlde müminlerin yolu, iman üzere birleştikleri hasebiyle
Allah'a ve Resulü'ne ya da (sadece) Allah Resulüne itaat üzere birleşmelerinden
ibarettir. Çünkü, yollarının birliğini sadece bu durum
koruyabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken, nasıl oluyor
da inkâr ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette
o, dosdogru yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl
korkup sakınmak gerekiyorsa, öyle korkup sakının ve ancak
Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarı-

lın. Dagılıp ayrılmayın." (Âl-i Imrân, 101-103) Tefsirimizin üçüncü cildinde
bu ayetlere ilişkin ayrıntılı açıklamalara yer verdik.
Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Işte bu, benim
dosdogru yolumdur. Ona uyun, başka yollara uymayın ki, sizi
O'nun yolundan ayırmasın.

Korunmanız için Allah size işte böyle
tavsiye etti." (En'âm, 153) Allah'ın yolu takva yolu olduğuna göre,
müminler de takvaya çağrıldıklarına göre, onların bir bütün olarak
izledikleri yol, takva üzere yardımlaşma yoludur. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın,
günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide, 2)
Görüldüğü gibi bu son ayet, Allah'a isyan etmeyi ve Islâmî toplumun
birliğini parçalamayı yasaklıyor. Işte yukarıda sözünü ettiğimiz
müminlerin yolunun ifade ettiği anlam da budur.

Şu hâlde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra
Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola
uyarsa" ifadesi, anlamı itibariyle, "Ey iman edenler! Aranızda gizli
konuştugunuz zaman günahı, düşmanlıgı ve Peygambere karşı
gelmeyi fısıldamayın. Iyilik ve takvayı konuşun." (Mücâdele, 9) ayetini
çağrıştırmaktadır.

"Onu gittigi yönde yürütürüz." Yani, onu gittiği yönde yürüterek,
müminlerin yolundan başkasını izleme hususundaki tavrını
gerçekleştirmesine imkân veririz. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Hepsine, onlara da, bunlara da (dünyayı isteyenlere
de, ahireti isteyenlere de) Rabbinin rahmetinden ulaştırırız.
Rabbinin nimeti (kimseye) yasak kılınmış degildir." (Isrâ, 20)
"ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!" Bu
ifadenin "vav" harfiyle önceki cümleye atfedilmiş olması gösteriyor
ki bunların tümü, yani "gittiği yönde yürütülmesi, döndüğü yola
yöneltilmesi" ve "cehennemde yakılması", tek bir ilâhî emirdir.
Bunun bir kısmı dünyevîdir. Gittiği yönde yürütülmesi yani. Bir
kısmı da uhrevîdir. Kötü bir varış yeri olan cehennemde yakılması
yani.

"Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." Ayetin a-

............................................ 143

kışından anladığımız kadarıyla bu ifade, "Onu gittigi yönde yürütürüz
ve cehennemde yakarız." ifadesinin gerekçesi konumundadır.
Özellikle ayetlerin oluşturduğu akış bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuzda bu nokta son derece belirgin olarak ön plâna
çıkar. Buradan hareketle anlıyoruz ki ayet, elçiye karşı çıkmayı ulu
Allah'a ortak koşma olarak değerlendiriyor. Yüce Allah ise, kendisine
ortak koşulmasını kesinlikle bağışlamaz.

Bu anlamı şu ayetten de algılayabiliriz: "Inkâr edenler, Allah
yolundan yüz çevirenler ve kendilerine dogru yol belli olduktan
sonra Peygambere karşı çıkanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey inananlar! Allah'a
itaat edin, Resule itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın. Inkâr edip
Allah yolundan yüz çevirenleri ve sonra da kâfir olarak ölenleri
Allah asla bagışlamaz." (Muhammed, 32-34) Yukarıda sunduğumuz
bu üç ayetin zahiri, bunların ikinci ayette yer alan, "Allah'a ve
Resule itaat" etmeye ilişkin emrin gerekçelendirilmesi amacına
yönelik olduklarını ortaya koymaktadır. Buna göre, Allah'a ve Resulü'ne
itaat etmemek bağışlanmaz bir küfürdür. Bununla da şirk
kastedildiği açıktır.

Konunun akışından anlıyoruz ki, "Çünkü Allah, kendisine ortak
koşulmasını bagışlamaz" ifadesinden hemen sonra ve ona
bağlı olarak, "bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." ifadesinin
yer alması, açıklamayı tamamlama ve bu uğursuz günahın,
yani elçiye karşı çıkma suçunun büyüklüğünü vurgulama amacına
yöneliktir. Tefsirimizin dördüncü cildinin sonlarında bu ayetle
ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.1

"Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına
tapmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "inas" kelimesi, "unsa"
nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü,
yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi."
derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas-

1- [c.4, s.535, Nisâ Suresi, 48. ayetin tefsirinde.]

144 ........................

tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka
kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye
nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen
şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik
yapma gücünden yoksun olmalarıdır.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "...Sizlerin Allah-
'ı bırakıp yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya toplansalar, bir
sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan
geri de alamazlar. Isteyen de aciz, kendinden istenen de! Allah'ı
geregi gibi degerlendiremediler.

Dogrusu Allah kuvvetlidir,
üstündür." (Hac, 73-74) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O'nu
bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilâkis kendileri yaratılmış olan,
kendilerine bile ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye,
hayat vermeye, ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri
yetmeyen tanrılar edindiler." (Furkan, 3)

Dolayısıyla anlaşılıyor ki, buradaki "unuset"ten maksat, yaratıcıya
oranla yaratılmışın özelliği olan salt edilgenliktir. Bu yorum şu
tür yorumdan daha yerindedir: "Burada kastedilenler Lat, Uzza ve
üçüncü put olan Menat gibilerdir. Nitekim her kabilenin bir putu
vardı ve 'Falancaların dişisi' derlerdi. Böyle demelerinin sebebi, ya
putlara verilen isimlerin müennes (dişi cinsten kelimeler) olması
ya da cansız varlıklar olmasıydı. Nitekim cansızlar lafız itibariyle
dişil olarak işlev görür.

Bizim yorumumuzun daha isabetli olmasının gerekçesine gelince;
karşı görüş, ayetteki kesin sınırlandırmayla tamamen
örtüşmüyor. Ayette "Onlar, O'nu bırakıp birtakım dişileri (tanrıları)
çagırıyorlar." buyruluyor. Oysa, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak
taptıkları arasında Isa, Brahman ve Buda gibi dişi olmayan
kimseler de vardır.

"ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar."
Ayette geçen "el-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak
olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el-
Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terki-

............................................ 145

bin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade
eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun
emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un
merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı
burada son buldu.)

Anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle önceki cümlenin açıklaması
konumundadır. Çünkü "çağırma" ibadetten, tapmaktan kinaye olarak
kullanılmıştır. Ibadetin insanlar arasında yaygın bir davranış
olarak ortaya çıkması, ihtiyacı gidermeye yönelik çağrıdan kaynaklanmıştır.
Öte yandan yüce Allah, itaat etmeyi de ibadet olarak isimlendirerek
şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemogulları! Ben size,
şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın... diye
bildirmedim mi?" (Yâsin, 60-61)

Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya
dayanıyor: Müşriklerin Allah dışında kulluk sundukları tüm
putlara yönelik ibadetleri, aslında hayırsız şeytana yönelik bir ibadet
ve çağrı konumundadır. Çünkü bu tarz bir ibadet, şeytana itaattir.

"Allah onu lânetlemiş," Ayetin orijinalinde geçen "lânet" kelimesi,
rahmetten uzaklaştırma demektir. Bu ifade, Şeytana ilişkin ikinci
bir vasıftır, ayrıca birinci vasfın [her türlü hayırdan yoksun] da
gerekçesi niteliğindedir.

"o da demişti ki: Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım."
Burada yüce Allah'ın daha önce Şeytanın ağzından aktardığı şu ifadelere
işaret ediliyor gibi: "Iblis dedi ki: Senin mutlak kudretine
andolsun ki, onların tümünü azdıracagım. Yalnız onlardan ihlâsa
erdirilmiş kulların hariç." (Sâd, 82-83) Şeytan, "Senin kullarından"
ifadesiyle, saptırmasına rağmen onların Allah'ın kulları olduklarını
itiraf ediyor, bu niteliklerinin dışına çıkamadıklarını ve Allah'ın onların
Rabbi olduğunu, onlar hakkında dilediği gibi hükmedeceğini
dile getiriyor.

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara
boğacağım..." Ayetin orijinalinde geçen "yubettikunne" kelimesinin

146 ........................

mastarı olan "tebtîk" kelimesi, yarmak anlamına gelir. Burada anlatılmak
istenen husus, Arap cahiliyesindeki şu uygulamayla örtüşmektedir:

Araplar cahiliye döneminde, etlerini haram kılmak
amacıyla Bahira ve Saibe adını verdikleri hayvanların kulaklarını,
bunun bir nişanesi olarak yararlardı.1

Ayette sayılan hususların tümü, sapmanın bazı örnekleridir.
Dolayısıyla bunlarla birlikte saptırmadan da söz edilmesi, önce
genel bir anlatım, ardından özel önem verildiğinin bir göstergesi
olarak bunların bazılarından birer birer bahsedilmesi içindir. Iblis
diyor ki: "Mutlaka onları, Allah'tan başkasına kulluk sunmak ve
günah işlemekle uğraştırarak saptıracağım. Konumlarının gereği,
kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyacak şekilde onları asılsız
kuruntu ve emellerle oyalayacağım. Hayvanların kulaklarını yarıp
Allah'ın helâl kıldığını haram kılmalarını emredeceğim. Onlara Allah'ın
yaratmasını değiştirmelerini emredeceğim." Şu hâlde şeytanın
bu sözleri, iğdiş yapmak, cinsiyet değiştirmek, çeşitli organları
kesmek, livata (homoseksüellik) ve sevicilik (lezbiyenlik) gibi
sapıklıklarla örtüşmektedir.

Allah'ın yaratmasını değiştirmek ifadesiyle, fıtratın dışına çıkma
ve dosdoğru hanîf dinini terk etme durumunun kastedilmiş
olması da uzak bir ihtimal değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü, hanîf olarak dine, Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında degiştirme
yoktur. Işte dosdogru din budur." (Rûm, 30)

Ardından yüce Allah, şeytanı çağırmayı yani emrettiklerine
uymayı, onu dost-veli edinmek olarak nitelendiriyor: "Kim Allah'ı
bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana ugramıştır."
Dikkat edilirse, burada "şeytan kime dost-veli olursa" şeklinde
bir ifade kullanılmamıştır. Bununla verilmek istenen mesaj,
------

1- [Evcil olan bu hayvanlar, Arapların batıl inanç ve âdetlerine göre
kesilmez ve etleri de yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama, Mâide suresinin 103. ayetinin tefsirinde gelecektir.]

............................................... 147

önceki ayetlerde de belirtildiği gibi, velinin yüce Allah olduğunu
vurgulamaktır. Ondan başkaları, birileri tarafından dost-veli edinseler
de hiçbir şey üzerinde velayetleri söz konusu değildir.

"(Şeytan) onlara söz verir ve ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara
söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." Ayetten
algıladığımız kadarıyla önceki ayette yer alan, "elbet-te apaçık bir
ziyana ugramıştır." ifadesi gerekçelendiriliyor. Gerçek mutluluğu
ve mükemmel yaratılışı boş vaatlerle ve mevhum umutlarla değiştiren
insanın hüsranından daha büyük ziyan olabilir mi? Yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Inkâr edenlere gelince; onların işleri,
ıssız çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder,
fakat yanına gelince hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve
Allah da onun hesabını tastamam görür. O hesabı çabuk görendir."
(Nûr, 39)

"Vaatler" ise, şeytanın bir aracı kullanmaksızın telkin ettiği
vesveseler anlamında kullanılmıştır. "Umutlar"a gelince, onlar insanın
vehim yoluyla kuruntulardan zevk aldığı şeytanî vesveselerin
birer ayrıntısı konumundadırlar. Bu yüzden, "hâlbuki şeytanın
onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey degildir."
buyrularak, va'din aldatma olduğu belirtilmiş, buna karşın "umut"
için böyle bir nitelemede bulunulmamıştır. Bunun nedeni ise açıktır.
Sonra yüce Allah, onların bu durumlarının akıbetini açıklıyor:

"İşte onların varacagı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak
bir yer de bulamayacaklardır." Ayette geçen "mahîs" kelimesinin
mazi fiili "hâse"dir ve bir yerden dönmek, kaçınmak anlamına gelir.
Dolayısıyla "mahîs" kaçış ve dönüş yeri anlamını ifade eder.
Ardından, açıklamayı tamamlamak amacıyla karşı tabloda
müminlerin durumu tasvir ediliyor: "Inanıp iyi işler yapanları da,
altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecegiz. Orada sürekli
kalacaklardır..." Ayetlerin akışı içinde ["onu gittigi yönde yürütürüz."
ve "cehennemde yakarız." ifadelerindeki] üçüncü çoğul şahıstan,
["Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." ifade-

148 ........................

siyle] gayıp sıygasına geçiş yapılıyor.

Bu uygulama, geneli itibariyle, konunun önemine ve büyüklüğüne
vurgu yapma amacına yöneliktir. Şöyle ki, böyle bir vurgunun
gerekli olduğundan dolayı, önce Allah lafzı birinci çoğul şahıs zamiri
yerine kullanılıyor, ardından amaç gerçekleştirilince, asıl olan
önceki ifade tarzına [yani, birinci çoğul şahıs zamiri kullanmaya]
geri dönülüyor. Bu da, "cennetlere yerleştirecegiz." ifadesinde
gerçekleştiriliyor.

Burada bir diğer incelik de vardır. O da şu ki: Yüce Allah burada
çok yakın olduğunu, mümin kullarıyla aralarında bir perde olmadığını,
onların velisinin kendisi olduğunu ima ediyor.

"Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"
Burada şeytanın vaadine karşılık veriliyor. Onun vaadi bir aldatmacadır,
buna karşılık Allah'ın vaadi haktır, sözü doğrudur.

"(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz."
Yeniden ayetlerin akışının başlangıcına dönülüyor; ama açıklamanın
ayrıntısından çıkan öz bir sonuç olarak. Şöyle ki: Bazı
müminlerin anlatılan davranışlarından, sözlerinden ve Peygamberden
(s.a.a) ısrarla kendilerini gözetmesini, başkalarına karşı
kendilerine destek verip yardım etmesini, başkalarıyla aralarında
çıkan anlaşmazlıklarda taraflarını tutmasını istemelerinden anlaşılıyor

ki onlar, iman etmiş olmakla Allah katında bir üstünlük ve
Peygamberin (s.a.a) üzerinde bir hak elde ettiklerini düşünüyorlardı.
Bu yüzden [bunların nazarında] Allah'ın ve Resulünün onları
gözetmeleri, onları başkalarına galip getirmeleri, haklı veya haksız
olmalarına bakmaksızın üstün tutmaları bir zorunluluktu. Hükmün
adilce veya zalimce olması önemli değildi. Önemli olan onların lehine
olmasıydı. Tıpkı sapıklık önderlerinin yönetimlerinde olduğu
gibi. Bunlar zorba liderlerin maiyetlerinin, sırdaşlarının ve suç ortaklarının
talep edebilecekleri şeylerdi. Zorba önderlerin yardakçıları,
boyun eğdiği ve tâbi olduğu liderlerine itaat etmenin, teslimiyet
göstermenin yanında minnet de ederler, bağlılıklarını başına

............................................ 149

kakarlar; katında bir saygınlık ve ayrıcalık hak ettiklerini düşünerek
önderlerinin zorbalıkla da olsa kendilerini desteklemelerinin,
gözetmelerinin ve başkalarına tercih etmelerinin gerekli olduğunu
sanırlar.

Yine, yüce Allah'ın belirttiği gibi, Ehlikitap da kendisi için böyle
bir ayrıcalık öngörüyordu. "Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın
ogulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 18) "Yahudi veya Hıristiyan
olun ki, dogru yolu bulasınız, dediler." (Bakara, 135) "Bu, onların;
'Ümmîler konusunda bize bir vebal yoktur.' demelerindendir."
(Âl-i Imrân, 75)

Böylece yüce Allah, müminlerin içindeki bu grubun bu tarz
mesnetsiz iddialarını geri çeviriyor. Onları Ehlikitap'la aynı çizgide
değerlendiriyor ve bu tür iddiaları istiareli bir ifade tarzıyla kuruntu
diye niteliyor. Çünkü bu iddialar, tıpkı kuruntular gibi zevk veren
hayali tasavvurlardan başka bir anlam ifade etmezler; realiteler
dünyasında bir etkinlikleri, gerçeklikleri olmaz. Diyor ki ulu Allah:
"Ey Müslümanlar topluluğu veya ey Müslümanların içindeki belli
grup, bu iş sizin kuruntunuzla olmaz. Ehlikitab'ın kuruntularıyla da
olacak değildir. Aksine, işin ekseninde amel yatar; hayırsa amel
karşılığı da hayırdır, eğer şerse karşılığı da şerdir."
Ayette iyilikten önce kötülükten söz edilmesinin sebebi, yanılgılarının
çoğunluğunun kötülük nitelikli olmasıdır.

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan
başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." Sözün akışına ayrıntı
getiriliyor, detay kazandırılıyor; ama arada bir bağlaç
kullanılmıyor ve yeni bir cümleymiş gibi ifade ediliyor [cümleyi bir
öncesine bağlayan vav-ı atıfa kullanılmıyor]. Çünkü bu ifade, zihinlerde
uyanabilecek takdirî bir sorunun cevabı niteliğindedir. Takdiri
şöyledir: Madem ki İslâm'ın alanına ve imanın konusuna girmek,
insan için her türlü hayrı celp etmeye, hayat için gerekli olan her
türlü menfaati korumaya yetmiyor ve madem ki Yahudilik ve
Hıristiyanlık için de aynı durum geçerlidir, peki bunun [hayrı elde
etmenin] yolu nedir? Insanın hâli nice olacak? Işte bu takdirî
soruya şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla

150 ................

şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır
ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur...
her kim de iyi işler yaparsa..."

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ifadesi
mutlak bir ifadedir. Hem adam öldürene kısas uygulanması, hırsızlık
edenin elinin kesilmesi, zina edenin [evli olmaması hâlinde]
kırbaçlanması veya [evli olması hâlinde] recmedilmesi gibi şeriatın
koyduğu siyasal hükümler türünden dünyevî cezayı, hem de
yüce Allah'ın kitabında ve Peygamberinin diliyle vaat ettiği uhrevî
cezayı kapsamaktadır.

Bu genellik, ayetlerin konusuna uygundur, atmosferiyle örtüşmek-
tedir. Ayetlerin iniş sebebi çerçevesinde aktarılan bir rivayette,
bunların hırsızlık yapan, sonra bu suçu bir Yahudi'nin ve bir
Müslüman'ın üzerine atan, ardından suçlanan kimseyi cezalandırması
için Hz. Peygambere (s.a.a) baskı yapan kimseler hakkında
indiği belirtilmektedir.

"ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulur." ifadesinde dost ve yardımcı ifadeleri geneldir; hem dünyadaki
dost ve yardımcıları kapsamaktadır. Dolayısıyla kişinin
dünyada karşılaşacağı kötü cezayı savacak olan Peygamberi
(s.a.a) veya emir sahibini (masum imamı) yahut bu ikisine yakın
olma durumunu ya da Islâm ve dinin saygınlığı gibi yardımcıları
kapsamına almaktadır. Şu hâlde yüce Allah'ın öngördüğü olumsuz
cezayı hiç kimse, hiçbir etken kötülük yapan kişiden savamaz.
Hem de, bir sonraki ayette işaret edilen hususlar hariç, ahiretteki
cezayı savma noktasındaki dost ve yardımcıyı kapsamaktadır.

"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi
işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar
bile zulmedilmez." Bu ayet, iyi işler yapan kimsenin alacağı karşılığı
(cenneti) içeren ikinci şıktır. [Önceki ayette birinci şıkka yani,
kötü iş yapanların durumuna değinildi, burada ise ikinci şıkkın yani,
iyi iş yapanların durumuna değiniliyor.] Ancak yüce Allah burada
bir şart koşuyor ki, mükâfatın realize edilişini, gerçekleştirilme-

............................................ 151

sinin çevresini daraltıyor; bir diğer açıdan da genişliği gerektirecek
şekilde ifadeyi genelleştiriyor.

Buna göre, ödül olarak cenneti kazanmanın şartı, salih amel
işleyen kimsenin mümin olmasıdır. Çünkü güzel karşılık ancak
salih amelden dolayı söz konusu olabilir. Kâfirinse ameli yoktur.
Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Eger onlar da Allah'a ortak
koşsalardı, yaptıkları ameller elbet boşa giderdi." (En'âm, 88)
"Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden,
bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir, ki biz onlar için kıyamet
gününde hiçbir ölçü tutmayacagız." (Kehf, 105)
"...her kim de birtakım iyi işler yaparsa," ifadesinin orijinalinde,
bütünden bir parçayı ifade etmek için kullanılan "min" (baziyet
bildiren) edatına yer verilmiştir. Bununla da cennet vaadine ilişkin
bir genişletme söz konusu ediliyor. Eğer "min" edatı olmaksızın
"kim iyi işler yaparsa" denilseydi -ceza vermede dikkati gerektiren
böylesine hassas bir noktada- şu anlamı ifade edecekti: "Cennet,
inanan ve bütün salih amelleri işleyen kimseler içindir." Ancak ilâhî
lütuf, güzel ödülü inanıp bazı salih amelleri işleyen herkesi kapsayacak
şekilde genelleştiriyor.

Dolayısıyla işleyemediği diğer sahil amelleri veya işlediği günahları
tövbe ya da şefaatle telafi ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını
bagışlamaz; bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." (Nisâ,
116) Bu konuyla ilgili açıklamaya,"Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı
tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir..." (Nisâ, 17)
ayetini incelerken ve yine orada "tövbe" kavramı hakkında yaptığımız
değerlendirmede yer verdik.1 Nitekim tefsirimizin birinci cildinde
de, "Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının
yerine bir şey ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini tefsir ederken "şefaat"
le ilgili detaylı bilgiler sunduk.

1- [bkz. c.4, s.342 ve 350.]

152 ........................

"Erkek olsun, kadın olsun" ifadesinde de hükmün erkek-kadın
herkesi kapsadığı, temelde hiçbir fark gözetilmediği vurgulanıyor.
Bu tavır, kadınlar için herhangi bir amelin, dolayısıyla işledikleri
güzelliklere ödül verilmesinin söz konusu olmadığını ileri süren
Hint ve Mısır gibi eski putperest toplumların inançlarından tamamen
farklıdır. Üstünlük ve onurun erkeklere ait olduğu, kadınların
Allah katında zelil, yaratılışta noksan, ecir ve ödülde hüsrana uğrayan
olduğu anlaşılan Yahudilik ve Hıristiyanlık anlayışıyla da
bağdaşmıyordu. Cahiliye Araplarının kadınlara ilişkin inançları da
bunlarınkinden pek farklı değildi. Böylece yüce Allah, "Erkek olsun,
kadın olsun" buyurarak iki cinsin eşitliğini vurgulamıştır.
"İşte onlar cennete girerler" ifadesinden hemen sonra, "onlara
çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." ifadesine yer verilmiş
olması da bu yüzden olsa gerektir. Buna göre, birinci cümle,
kadınların da tıpkı erkekler gibi sevapta pay sahibi olduklarına; ikinci
cümle de fazlalık veya eksiklik bakımından aralarında herhangi
bir farkın olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rableri onlara cevap verdi ki: Ben,
erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptıgını
boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân,
195)

"İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden... kimseden din bakımından
daha iyi kim vardır?..." Bu ifade, akla gelebilecek şu tür bir
değerlendirmeyi bertaraf etmeye yönelik gibidir: Müslüman'ın Islâm'ının
veya Ehlikitab'ın imanının hayrı celp etmede ve genel olarak
çıkarlarını korumada bir etkinliği bulunmuyorsa, Allah'a ve ayetlerine
inanmak bir şey değiştirmiyorsa, bu bağlamda böyle bir
imanın varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark yoksa, o zaman
İslâm'ın saygınlığı nerededir? Imanın ayrıcalığı nedir?
Işte bu ayette böyle bir değerlendirmeye şu cevap veriliyor: Dinin
saygınlığı kuşku götürmeyen bir olgudur. Akıl sahibi hiç kimse
bunun güzelliğinden kuşku duymaz. "din bakımından... daha iyi
kim vardır?" ifadesi, işte bunu vurgulamaya yöneliktir. Böylece

......................... 153

kuşku götürmez bir gerçek olduğu kabul edilerek sunulan bir soruyla,
insanın kesinlikle dinsiz olamayacağı, en güzel dininse göklerde
ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a teslim olmak
olduğu, O'na kulluk sunularak boyun eğmenin, fıtrat dini olan Ibrahim'in
hanîf dini doğrultusunda amel etmenin bir zorunluluk olduğu
vurgulanıyor. Bu çerçevede [bu nedenle] yüce Allah'ın, iyilik
yaparak kendini ilk kişi olarak Allah'a teslim eden, hanîf dinine
tâbi olan İbrahim'i dost edindiği belirtiliyor.

Fakat ilâhî dostluğu, insanlar arasında geçerli olan dostluk gibi
algılamamak gerekir. Insanlar arasındaki dostluk hak ve batılın
her türlüsünün üstünde tutulur. Bu da onlar için ölçüsüzlüğün ve
zorbalığın, tahakkümün kapısını açar. Yoksa yüce Allah her şeyin
sahibidir ve hiçbir şeyin O'nun üzerinde sahipliği söz konusu değildir.
Her şeyi kuşatmıştır, kuşatılması söz konusu olmaz.
Bu bakımdan insanlar arasındaki efendilere, başkanlara ve
krallara benzemez. Çünkü efendiler, başkanlar ve krallar kölelerine
ve yurttaşlarına bir şey vermedikçe onlardan bir şey alamazlar.
Bazılarını diğer bazılarının aracılığıyla ezerler. Bir gruba başka bir
grubun desteğiyle egemen olurlar. Bu nedenledir ki, iradeleri herkesin
iradesiyle çeliştiği zaman yerlerinde kalamazlar. Aksine makamlarından
alaşağı olurlar ve zayıflıkları ortaya çıkar.
Buradan hareketle, "din bakımından daha iyi kim vardır?"
ifadesinin ardından, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır." ifadesine yer
verilmesinin nedeni açıklık kazanmış olur.

--------------------

Tefsir-ul Ayyâşî'de Heriz'den, o da Şia ulemasından bazılarından,
İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) Kufe'de bulunduğu
günlerdi. Bir grup insan yanına gelip şöyle dediler: 'Bize, ramazan
ayında imamlık edecek birini tayin et.' Hz. Ali, olmaz, dedi ve bu
konuda bir araya gelmelerini yasakladı. Akşam olunca aralarında
şöyle söylendiler: 'Ramazan için ağlayın. Yazık oldu mübarek ramazana!'
Bunu gören Haris el-A'var bir grupla birlikte İmamın yanına
geldi ve şöyle dedi: 'Ey Emir-ül Müminin, insanlar matem ediyorlar.
Sözlerinden hoşnut olmamışlardır.' Bunun üzerine buyurdu
ki: 'Bırakın onları, diledikleri kişinin arkasında namaz kılsınlar.'
Sonra şu ayeti okudu: "Kim de... müminlerin yolundan başka bir
yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız.
Orası ne kötü bir varış yeridir!" (c.1, s.275, h:272)

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde nakledildiğine göre, "Allah'tan
daha dogru sözlü kim olabilir?" ifadesiyle ilgili olarak Beyhaki ed-
Delail adlı eserde Akabe b. Amir'in Resulullah'ın (s.a.a) Tebük seferini
anlatırken şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah, sabahın
erken saatlerinde Tebük'e vardığımızda, [konuşma yapmak için
ayağa kalktı ve] Allah'a hamd etti, O'nu zatına yaraşır biçimde övdü.
Sonra şöyle buyurdu:

"Allah'a hamdüsenadan sonra şöyle derim: Sözlerin en doğrusu
Allah'ın kitabıdır. En sağlam kulp, takva sözüdür. En hayırlı millet,
Ibrahim'in milletidir. En hayırlı yol Muhammed'in sünnetidir. En
onurlu söz Allah'ın zikridir. Kıssaların en güzeli şu Kur'ân'dır. Işlerin
en hayırlısı Kur'ân ve sünnetle sabit olan gerçeklerdir. Işlerin en

......................... 163

kötüsü bidatler ve beşer uydurması olanlardır. En güzel hidayet
peygamberlerin yol göstericiliğidir. En şerefli ölüm şehitlerin ölümüdür.
Körlüğün en körü hidayetten sonra sapmadır. İlmin hayırlısı
faydalı olanıdır. Yol göstericiliğin hayırlısı izlenenidir. En kötü
körlük kalbin körlüğüdür. Yukarıdaki (veren) el aşağıdaki (alan) elden
daha hayırlıdır. Az ama yeterli olan mal, çok ama oyalayıcı olan
maldan daha hayırlıdır. En kötü mazeret, ölüm anındaki mazerettir.
En kötü pişmanlık, kıyamet günü yaşanan pişmanlıktır."
"Kimi insanlar namazı ancak ucu ucuna, yani vaktinin son
demlerinde kılarlar. Kimi insanların Allah'ı zikredişleri, dil laklakasından
öteye geçmez. Hataların en büyüğü, yalan söylemeyi alışkanlık
hâline getirmiş dildir. En hayırlı zenginlik, nefsin zenginliğidir.
En hayırlı azık takvadır. Hikmetin başı Allah korkusudur. Kalpte
yer eden en hayırlı duygu yakindir. Şek ve şüphe küfürdendir.
Ölülerin arkasında sesli ağlayıp dövünmek cahiliye geleneğidir.
Savaşta ganimet alınan malı çalarak zimmete geçirmek, cehennem
ateşinden bir parçadır. Mal biriktirmek ateşten bir dağlayıcıdır.
Şiir, Iblisin çalgılarından biridir. Içki bütün günahların kaynağıdır.
Kadınlar şeytanın kemendidir. Gençlik bir çeşit deliliktir."
"Kazancın en kötüsü faiz kazancıdır. Yiyeceğin en kötüsü yetim
malıdır. Mutlu insan, başkasından öğüt alandır. Bedbaht insan,
anasının karnında bedbahttır. Her birinizin varacağı yer, dört ziralık
bir yer (kabir)dir. Her iş, sonu ile ölçülür. Işlerin özü sonlarında belli
olur. Rivayetlerin en kötüsü yalan rivayetlerdir. Her gelecek olan
yakındır. Mümine sövmek fasıklık, müminle savaşmak kâfirliktir.
Onun etini yemek (gıybetini yapmak) Allah'a isyandır. Müminin
malı da tıpkı canı gibi saygındır."
"Kim Allah'a karşı yemin ederse, Allah onu yalancı çıkarır. Bağışlayan
bağışlanır. Affedeni, Allah affeder. Öfkesini yutana Allah
ecir verir. Musibete karşı sabredene Allah karşılığını verir. Sırf başkalarının
duyması için bir iş yapanı Allah, bu sıfatıyla teşhir eder.
Sabredene Allah kat kat verir. Allah'a isyan edene Allah azap eder.
Allah'ım! Beni ve ümmetimi bağışla. -Bu sözü üç kere tekrarladı.-

164 ........................

Allah'tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum."

Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Yûnus'tan, o da bazı arkadaşlarından
İmam Sadık'tan (a.s) ve Cabir kanalıyla İmam Bâkır'-
dan (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın
yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
edilir: "Allah'ın emrettiği her şeyi değiştirmelerini telkin eder." [c.1,
s.276, h:275]

Aynı eserde, Cabir kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s), "Şüphesiz
onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler."
ayetiyle ilgili olarak "Yani Allah'ın dinini" dediği rivayet edilir. [c.1,
s.276, h:276]

Ben derim ki: Her iki rivayetin vurguladığı husus aynıdır. O da
daha önceki açıklamalarda da işaret ettiğimiz gibi fıtrat dinidir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "hayvanların kulaklarını yaracaklar"
ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Kulaklarını dipten kesecekler.
Bu açıklama, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de, "(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de
Ehlikita-b'ın kuruntularıyla olmaz..." ayetiyle ilgili olarak, Muhammed
b. Müslim'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet
eder: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ayeti inince,
Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazısı, "Bu ayet, ne kadar şiddetli
bir tehdit içermektedir!" dedi. Resulullah (s.a.a) onlara dedi
ki: "Mallarınız, canlarınız ve çocuklarınız hususunda hiç sınavdan
geçirilmiyor musunuz?" Onlar "Evet" dediler. Resulullah (s.a.a) devamla
şöyle buyurdu: "Işte bunlarla yüce Allah size iyilik yazar ve
kötülüklerinizi siler. [Ancak Ehlikitap hakkında böyle bir şey
yapmaz.]" [c.1, s.277, h:278]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler, Ehlisünnet kaynaklarında
birçok kanaldan sahabelerden rivayet edilmiştir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ahmed, Buharî,
Müslim ve Tirmizi Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler:
Resu-lullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümine isabet eden bir hastalık,
bir dert, bir keder, bir hüzün, bir eziyet, bir gam hatta eline batan

................................................... 165

bir diken yoktur ki, yüce Allah onunla günahını örtmesin,

silmesin."

Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler gerek Resulullah'tan
(s.a.a) ve gerekse Ehlibeyt İmamlarından (Allah'ın selâmı hepsinin
üzerine olsun) bolca rivayet edilmiştir. Bunlar müstafiz [çok kanallı]
rivayetlerdir.

 

Yeni yorum ekle