ERENLER

 

“Allah’ın rahmeti nereden geldiğini, nerede yaşadığını ve nereye gideceğini bilen insana olsun” buyuruyor, imamız Hz. Ali. Gerçekten de insana değer veren, onu saygın kılan sahip olduğu bilgisidir.

Bilgisiz bir insanın bir değeri olmadığı gibi, bilgisiz bir toplum da saygınlıktan uzak olup barbar toplum muamilesi görür. Aslında insanı insan yapan ve ona saygınlık kazandıran sahip olduğu bilgi birikimi olduğu gibi,

insan ve topluma ebedi hayat kazandıran da ortaya koyabildiği ilmi varlığıdır. İnsanlık tarihinde nice mal mülk sahibi insanlar ve topluluklar gelip geçmiş ki, hiç yaşamamış gibi unutulmuşlardır.

Buna karşılık bilge insan ve topluluklar kıyamete kadar anılmakta ve insanlık alemi onların önünde saygıyla eğilmektedir. Ne de güzel demiş önderimiz İmam Ali öğrencisi Kümeyl’e: “Ey Kümeyl,

mal biriktirenler diriyken ölmüşlerdir; bilge insanlar ise dünya durdukça yaşarlar. Bedenleri kaybolup gitse de onlar güzel örnekleriyle, insanların kalplerinde yaşarlar.” [1]

Evet Hz. Ali’nin ortaya koyduğu bu ölçü, birey için geçerli olduğu gibi toplum için de aynen geçerlidir. Tarih boyunca toplum içinde hep bilge insanlar ve topluluklar yücelik kazanmış,

saygınlıkla anılmış ve anılmaktalar. Bilgi ve marifetten uzak olan insanlar ve topluluklar ise, ya tarihten silindikleri gibi zihinlerden de silinmişler ya da kötülükle anılmış ve anılmaktalar.

Dünyevi hayatta böyle olduğu gibi dini hayatta da böyledir. İster din ve inanç alanında olsun, ister kültürel alanlarda olsun, ister diğer toplumsal konularda olsun, isterse de bilimsel ve teknolojik alanlarda olsun bu açıdan bir farklılık arz etmemektedir. Bilgiden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.

Dünya hayatımız bilgi esası üzerine kurulması gerektiği gibi, din ve inanç yaşamımız da bilgi ve marifet esasına dayanmalıdır. Aksi taktirde ne bilgiye temellenmeyen dünya hayatından bir yarar gelir,

ne de bilgi ve marifet esasına dayalı olmayan bir din ve inanış, doğru bir din ve inanış biçimi olur. “De ki, benim yolum budur: Ben ve bana tabi olanlar, basiret üzere Allah’a davet ediyoruz...” [2]

Evet hayatın her alanı ve bütün boyutları bilgi, marifet ve basiret üzere kurulmalıdır. Allah’a inanıyorsak, basiret üzere inanmalıyız, belli bir dini kabul ediyorsak basiret üzere kabul etmeliyiz, din içinde belli bir anlayış şeklini seçiyorsak o da basiret üzere olmalıdır. Aksi taktirde anlamsız olur, körlük olur, cehalet olur.

Ehl-i Beyt yolu bu hususa her şeyden daha fazla önem vermiştir. Ehl-i Beyt yolu önce aklet sonra iman et der. Dolayısıyladır ki, Ehl-i Beyt yolunun ana hadis kaynaklarında akıl kitabı iman kitabından önde gelir. Ehl-i Beyt mektebine göre akıl, Allah Teala’nın yarattığı en yüce varlık ve en büyük hüccetidir.

Bu ilkeden hareketle madam ki biz, Ehl-i Beyt diyerek Ehl-i Beyt’in nurlu yolunu kabul ettik ve İslam’in Ehl-i Beyt versiyonunu seçerek kendimize Ali Şia’sı, Alevi ve Caferi ismini taktık, bu yolu iyice kavramak, dayandığı delil ve ilkeleri iyice akletmek zorundayız.

Aksi taktirde kendi inancımızla, kendi yolumuzla çelişmiş olmakla birlikte, Alevilik ve Caferilik adına birçok yanlışlara düşer, birçok sapmalara gideriz.

Bu arada bulanık suda balık avlayan fırsatçılar da bize Alevilik ve Caferilikle ilgisi olmayan şeyleri Alevilik ve Caferilik olarak yutturmaya kalkışırlar.

Birileri, İslam’ın özü olan Aleviliğin İslam’la bir ilgisi olmadığını ve Aleviliğin Şamanizm veya Zerdüştlükten bir alıntı olduğunu iddia etme gafletinde bulunarak onu kendi ideolojik çıkarları için kullanmaya kalkışırken, bir diğer fırsatçı grup da her tarafından buram buram Ehl-i Beyt kokusu gelen ve

İmam Cafer-i Sadık öğretilerini esas aldığı gün gibi ortada olan Aleviliğin aslında Sünnilik olduğunu iddia ederek kalbi Ehl-i Beyt aşkıyla yanan bu toplumu asimle ederek Ehl-i Beyt yolundan koparmaya çalışır.

İşte bu gibi bulanık suda balık avlayan fırsatçılara meydan vermemek onların kabarık iştahlarına yem olmamak için inancımızı doğru öğrenmek zorundayız. Neye inanıyorsak, neyi kabul ediyorsak basiret üzere inanmalı, basiret üzere kabul etmeliyiz.

İşte Erenler olarak böyle bir mukaddes dava için yola çıkmış bulunmaktayız. Hedefimiz inancımızı dayandığı ilkeleriyle ortaya koymak, basiret üzere hareket etmektir.

Ehl-i Beyt düşüncesini yeniden keşfetmek niyetinde değiliz. Zira Ehl-i Beyt yolu apaçık ortadır. Ayrı değil, bir yolun devamıyız. Yönelimimiz, bir doğru üzerinedir.

Bu doğru, inançların siyasete alet edildiği ve ticari bir mantıkla yaklaşıldığı bu süreçte, kendi olma duygularını yitirmiş olanların sığınacağı bir kale, bir sığınak olmaktır.

Erenler olarak kurumuş derelerden damla damla su toplayıp ana nehri oluşturma sorumluluğunun altına girmiş bulunmaktayız. Çünkü; Alevilerin bu gün içinde bulunduğu süreç, olumsuzlukların yaşandığı,

Alevilere başka dinlerin arandığı ve ana eksenlerinde uzaklaştırılmaya çalışıldığı bir süreçtir. Bu süreci Aleviler yoğunlukla yaşamaktadırlar. Her dönemin her hayatın bir Hızır’ı; dilde gönülde ve ruhta da yol arkadaşı olmalı.

İşte kuşatıcılığın ve dayatmanın yıkıcılığa dönüştüğü, Alevilerin de bu kuşatmanın içinde dejenere olarak, Ehl-i Beyt inanç ve ekolünden uzaklaştırılmağa çalışıldığı bir dönemi yaşıyoruz.

Alevilik adına yola çıkanların çoğu, siyaset pazarlarında Alevilik alıp, Alevileri pazarladıkları gün gibi ortada iken, ve her geçen gün biraz daha karanlık bir atmosfere doğru giderken, Aleviler cephesindeki olup bitenleri bütün çıplaklığıyla Alevi ve diğer kamuoyuna duyurmak sorumluğumuzun önemini açığa çıkartmaktadır.

Erenler olarak, yukarıda belirttiğimiz tablo içinde ne yaptığını ve ne yapacağını bilmek ve adımını ona göre atmayı bilmek zorundayız. Bu anlamda Erenler, bir maratonun başlama noktasıdır.

Geleceğe koşmak için bütün değerlerimizi bizden sonraki kuşaklara aktarmak istiyoruz. Bu anlamda dergimizin istikametini belirleyen bir yolun ve yönün sapmaz yolcuları olmaya gayret göstereceğiz. Yükümüz ağırdır. Ancak kendimizi sorumlu bulduğumuzdan bu ateşten gömleği giyerek, bu kutsal yola katkıda bulunmayı gerekli bulduk.

Tüm mekanların azgın gürültülerle kuşatıldığı, yabancılaşma ve kimliksizleştirme bombardımanına tutulan Alevi toplumunu silik ve etkisiz hale getirme çabalarına karşın, Alevi, Bektaşi toplumuna kimlik kazandıracak, farklı kılacak yolu gösteriyor, Erenler.

Yeni bir dönemin başladığı kanısındayız. İçinde bulunduğumuz koşulların bütün olumsuzluk ve saplantılarından Alevi toplumunu kurtarıp geleceğe yönelik ve kendimiz olma çabasını yazarak,

işlenmesi gereken konuları, Aleviler üzerine yapılan hesapları, istediğimiz durumları değiştirmek, toplumu bilgilendirmek için yazacağız. Yazmak değiştirmektir. Ehl-i Beyt inanç ve kültürü yolanda bir duruşun adıdır, Erenler.

Hz. Ali (a.s): “Dili şirin olanın kardeşi bol olur” buyurmuştur. Biz de bu sözü ilke edinerek, gördüğümüz olumsuzlukları uygun bir dil ve üslupla diğer kardeşlerimizi uyarmaya gayret edeceğiz.

Kırmadan, incitmeden olumsuzlukları sergilemeye, yol göstermeye çaba sarf ederek, yolumuza devam edeceğiz. Bizler yaşamımızın doğasını adımlarla geçiyoruz.

Zamanın en küçük biriminden en büyüğüne doğru bir bütün oluşturma çabasında olacağız. Elbette kirlenmiş bir dünyanın bekçileri değiliz. Güzel ve gerçeklerin kapısının kölesi olmaya namzetiz. Bu anlamda inancımızın gerektirdiği biçimde erdemin, onurun ve kişiliğin temsilcisi olmaya ve sahiplenmeye çalışacaktır, Erenler.

Alevilik İslam inancının içinde bir ekoldür. Allah’ın varlığına, sonsuzluğuna, yaratıcılığına inanan, ilahi emirlerin O’nun seçip gönderdiği önderler tarafından tebliği edildiğine inanır ve bu emirlere uymayı esas tutar.

Ayrıca temeli Peygamber soyundan gelen imamların açıklamalarıyla kurulmuştur. Bunun dışında yapılan açıklamaların bu kutsal yola zarar verdiği ve Alevilerin İslam dışına çekildiği bir gerçektir.

Yol arkadaşlarımızla, bizimle koşanlarla, yolu hakkıyla sürdürenlerle bu mantığa karşı olacağımızı ve bütün bu olumsuzluklar içinde yol verip yol gösterenlerle, kardeş ve erenlerle birlikte olmaya çalışacağız.

Emek harcanmamış, özümsenmemiş dolayısıyla yaşam biçimine dönüştürülmemiş bilgi, gereksiz bilgidir. Amacımız, inancımızı yaşamımıza uygulayarak yaşamaktır. Erenler, hedefi olan bir dergidir.

Her faaliyetin temel bir ilkesi vardır. Asıl olan, tutulan bu yoldan sapmadan yürümeye çalışacağız. Bu yolun sevdalıları olarak büyük bir aşk ve coşku ile kalemlerimizi ve gücümüzü bu yolda kullanacağımızı inanan bir gönlün duyarlılığıyla duyurarak çıktık yola. Yolcuyuz, yürüdükçe çoğalacağımız inancıyla merhaba Erenler.

[1] - Nehc-ül Belaga, 147. kelam.

[2] - Yusuf/108.

Düşünce
Hz.Ali ve İlâhî Felsefe

Abdullah TURAN

Bilindiği üzere felsefe, teorik felsefe ve pratik felsefe olmak üzere iki ana kola ayrılmaktadır. Teorik felsefenin konusu, “var” olanı tanımak ve onu “yok”tan ayırt etmektir. Başka bir tabirle aklî evrenbilime teorik felsefe denmektedir.

Bu açıdan teorik felsefe, insanın nesnel âleme paralel ussal âleme dönüşümü olarak da tarif edilir. Pratik felsefe ise varlık ve yokluktan değil, insan için neyin doğru, neyin yanlış, neyin güzel, neyin çirkin, neyin olması ve neyin olmaması gerektiğinden bahseder.

Belki de bazıları, sırf aklî verilere dayalı olan böyle bir ilimle, ilâhî bir şahsiyet olan Hz. Ali’nin pek ilgili olamayacağını düşünebilir. Oysa o yüce insanın yaşamı ve tarihe mal olan söz ve eylemleri gözden geçirilince,

dinî ve ilâhî kimliğinin yanı sıra, ister teorik anlamda olsun, ister pratik anlamda, aynı zamanda tarihin en büyük filozofu da olduğu anlaşılır. İşte biz burada “Ali ve ilâhî Felsefe” başlığıyla ele aldığımız bu makalede Hz. Ali’yi bu boyutuyla anlamaya çalışacağız.
Ali ve Teorik İlâhî Felsefe

Dedik ki, teorik ilâhî felsefeyi, “insanın nesnel âleme paralel ussal âleme dönüşümü” diye tarif edebiliriz. Kuşkusuz, Hz. Ali (a.s) bu açıdan büyük bir ilâhî filozoftur.

Çünkü o, hem âlemin başlangıcı ve yaratılışı hakkında söz söylemiş, hem de âlemin sonunu açıklamıştır. Bu konuda o kadar derin görüşler ortaya koymuştur ki, felsefe âleminde hiçbir filozof bu kadar derin görüşler ortaya koyamamıştır.

Hz. Ali’nin yaratılış, ahiret ve varlık âlemi hakkındaki ilâhî ve derin ilmi o kadar geniş ve kapsamlıdır ki, gözlerde tam manasıyla basiret sahibi bir filozof olarak tecelli etmektedir.

O, “Kulluk ettiğin Rabb’ini görmüş müsün?” sorusuyla karşılaşınca; “Ben görmediğim Rabb’e kulluk etmem.”[1] demiştir. “Peki Rabb’ini nasıl gördün?” sorusu gelince de; “O’nu baş gözüyle görmek olmaz;

O’nu kalp, iman hakikatiyle görür.” cevabını vermiştir. Sonra da baş gözüyle görülemeyeceğinin delilini açıklayarak; “Zira baş gözüyle görülme imkânı olan her şey ancak yaratık olur...”

buyurmuştur. Böylece Hz. Ali (a.s), tanrıbilimde mümkün olan en yüksek ilme sahip olduğunu ve sadece Rabb’ini tanımakla kalmayıp, O’nu can gözüyle gördüğünü ve asla görmediği Rabb’e ibadet etmediğini ortaya koymuştur.

Âlemin gerçeği ve kâinatın sonu hakkında ise; “Perdeler kalksa da, yakinimde (kesin bilgimde) herhangi bir artış olmaz.”[2] buyurmuştur. Bu söz, Hz. Ali için varlık âleminin keşfedilmeyi bekleyen bir nükte ve boyutunun kalmadığı demektir.

Oysa genellikle insanlar gaflet uykusundalar ve ancak ölümleri gelince uyanır ve gördüğünü sandıkları gözlerinin hakikate karşı tam bir körlük ve duyduğunu sandıkları kulaklarının da hakikate karşı tam bir sağırlık içerisinde olduğunu fark ederler.

Aslında yaşam ve hayatlarının da gerçek bir yaşam ve hayat olmadığını anlarlar. Buna karşılık Ali diyor ki; tabiat âleminin varlıksal perdeleri kenara itilecek olsa bile,

yine de Ali’nin varlığın hakikati ve yaratılış felsefesinin künhü hakkındaki bilgisinde herhangi bir artış olmaz. Zira aslında onun için hiçbir zaman herhangi bir perde ve engel söz konusu olmamış ki, perdelerin kalkmasıyla ilminde bir artış veya görüşünde bir yenilik söz konusu olabilsin.

Vahiy, nübüvvet ve risalet hakkında da bu ilâhî filozofun ilmi, mümkün olan en üst düzeydedir. Nitekim, şöyle buyurmuştur: “Ben vahiy ve risalet nurunu görüyor ve nübüvvet kokusunu alıyordum.”[3]

Evet; Müminlerin Emiri Hz. Ali, tanrıbilim, ahiretbilim ve vahiybilimde müşahede makamının en son derecesine ermiş olan bir filozoftu. Böyle olduğu içindi ki, o yanındakilere yönelerek;

“Beni kaybetmeden önce benden sorun; çünkü ben, göğün yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim.” veya; “Beni kaybetmeden önce bana sorun; çünkü ilklerin ve sonların ilmi benim yanımdadır.

Benden neyi sorsanız, onun ilmini size veririm.”[4] buyuruyordu. Bütün bunlar, Hz. Ali’nin en büyük filozof olduğunu ve ister tanrıbilim, ister ahiretbilim, ister vahiybilim olsun,

onun için varlık âleminden meçhul kalıp keşfedilmeyi bekleyen bir hususun kalmadığını göstermektedir. Dolayısıyla da felsefeyi, gayb âlemini şahadet âleminden daha iyi tanıyan böylesi hikmet sahibinden almak gerekir.
Hz. Ali’ye Göre Nedensellik İlkesi

İslâmî felsefenin temel ilkelerinden biri de nedensellik ilkesidir. Gerçekte nedensellik ilkesi, tüm beşerî ilimlerin, düşüncelerin ve kanunların temeli konumundadır.

Nehc’ül-Belâğa’da bu yüce kitabın hazırlayıcısı olan Seyyid Razî’nin; “Bu hutbenin içeriği diğer hutbelerde yoktur.” diyerek içeriğinin yüceliğini ve derinliğini vurguladığı bir hutbe vardır. En derin ilâhî felsefe konularıyla dolu olan bu hutbe, Hak Tealâ ile ilgili birtakım derin açıklamalardan sonra şöyle devam etmektedir:

“Zatıyla tanınan her şey, sonradan yaratılmıştır. Başkasıyla ayakta olan her şey de maluldür/sonuçtur...”[5] Yani zatıyla tanınması mümkün olan, filozofun husulî/kesbî ilmiyle ve arifin şuhudî ilmiyle tanınan her şey yaratıcı olamaz;

aksine o ancak bir yaratık olur. Demek ki, ilimle ulaşılabilen (ister burhan, isterse irfan yoluyla olsun, fark etmez) her şey, bir yaratıktır; yaratıcı değil. Zira düşünceyi,

düşüneni ve düşünmeyi yaratan ve büyük arif Şebüsterî’nin ince tabiriyle “cana düşünceyi öğreten” Allah, herhangi bir filozofun ilminin erişebileceği bir şey olamaz.

Eğer arifin şuhudu varsa, şahit ve şuhudu da O yaratmıştır. Şahidi yaratan asla onun meşhudu olamaz. O hâlde “zatıyla bilinen her şey yaratıktır”, yaratıcı değil. Bu yüzden Allah’ı zatıyla değil, ayetleriyle tanımak gerekir. “Allah sizleri kendinden sakındırır.”[6]

Yine “başkasıyla ayakta olan her şey maluldür/sonuçtur”, bir nedeni vardır, bir nedenin ürünüdür; bu şey ister maddede var olan suret, ister “konu”da var olan ilinek ve isterse de bedende var olan nefis olsun,

hiç fark etmez. Kendinden başkasına dayanan her şeyin mutlaka bir nedeni vardır. Bu şey, maddeye bağımlı ve maddeye bulaşmış bir varlık ise hem hazırlayıcı,

hem de failî bir nedeni vardır. Ama eğer soyut bir şey ise, yani maddeye bağımlı değilse, sadece failî bir nedeni vardır. O hâlde “başkasıyla ayakta olan her şey maluldür, bir nedeni vardır.”

Yukarıda Nehc’ül-Belâğa’dan naklettiğimiz bu nedensellik ilkesi, varlık âlemini bir neden-sonuç ilişkiler yumağı olarak kabul etmektedir. Bu ilke, hem şansa inananların tesadüf­/raslantı inancını,

hem bazı batılı bilginlerin kabul ettiği tedai/çağrışım şüphesini, hem de Eş’arîlerin “âdet böyle cari olmuş” açıklamasını reddetmektedir. Nedensellik ilkesine göre varlığı,

zatının aynı olmayan her varlık, bir nedene muhtaçtır. Başkasına ne hululî, ne de sudurî bir aidiyeti olmayan, salt varlık olan bir varlık ise bütün sonuçların nedenidir. Demek ki, varlığı zatının aynı olan Allah Tealâ, her şeyin nedeni ve her şey O’nun sonucudur.”

Hz. Ali (a.s), bu genel nedensellik ilkesini başka bir hutbede de beyan etmekte ve nedensellik nizamını inkâr eden mülhitlerin hiçbir delili olmadığını ve sözlerinin hiçbir dayanağı bulunmadığını ifade etmektedir.

Nitekim (a.s) şöyle buyuruyor: “Yazıklar olsun mukaddiri/taktir edeni inkâr edene! Yazıklar olsun varlık âleminin müdebbirini/idare edenini reddedene! Acaba onlar ekincisiz bir bitki gibi olduklarını mı sanıyorlar?!

Bir ekincilerinin olmadığını, onlara çeşitli şekiller veren bir yapımcılarının bulunmadığını mı sanıyorlar?! Onlar bu iddia ve saçmalıklarında ne bir burhana, ne de bir araştırmaya dayanmış değiller. Acaba akıl sahipleri, mimarsız bir binanın ve canisiz bir cinayetin olduğunu düşünebilirler mi?”

Hz. Ali’nin bu sözleri, genel nedensellik kanunu beyan etmektedir.

Usul-i Kâfî kitabının, Kitab’ul-Hüccet bölümünde İmam Sadık (a.s)’dan nakledilen bir hadis, bu ilkeye daha bir açıklık getirmektedir. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah her şeyi bir sebeple cari kılmıştır.

Her sebebe de bir açıklama, her açıklamaya da bir ilim ve her ilme de bir kapı karar kılmıştır. O kapıyı tanıyan Allah’ı tanımış, o kapıyı inkâr eden Allah’ı inkâr etmiş olur. İşte o kapı Allah Resulü ve bizleriz.”[7]

O hâlde, varlık ve yaratılış âlemi bu ilâhî filozofa göre nedensellik esasına dayalı bir varlık mecmuasıdır. Bu varlık mecmuasında Allah neden, diğer varlıklar ise sonuçtur.

Allah Tealâ’nın Fail Oluşu

Buraya kadar yaptığımız açıklamadan anlaşıldı ki, Ali (a.s)’ın dünya görüşünde varlık âlemi nedensellik ilişkisine dayalı bir evrendir ve Allah Tealâ evrende var olan her şeyin nedenidir.

Burada birtakım sorular karşımıza çıkıyor: Acaba Hz. Ali’nin söz konusu ettiği nedensellik ilkesi, diyalektik esasına dayalı bir nedensellik midir? Yoksa ilâhî felsefenin yüce zirvesinde sözü edilen nedensellik midir?

Acaba Allah Tealâ’nın failliği nasıl bir faillik türüdür? Acaba Allah Tealâ’nın işi “hareket” ile birlikte midir, değil midir? Hareket, Allah Tealâ’nın yüce makamına yakıştırılır mı?

Hz Ali (a.s) bu sorulara büyük bir dikkat ve derinlikle cevap vermiştir. Hz. Ali’nin dünya görüşünde ne Allah Tealâ’nın zatı hareket eder, ne de zatının aynı olan zatî sıfatları.

Nehc’ül-Belâğa’nın birçok hutbelerinde, özellikle de söz konusu olan 186. hutbede Hz. Ali (a.s) bütün bunlara tam manasıyla bir açıklık getirmiştir. Hz. Ali (a.s) sözü geçen hutbede şöyle buyurmuştur:

“Allah yapandır, alet kullanmaksızın; takdir edendir, fikir yormaksızın.” Nehc’ül-Belâğa’nın birinci hutbesinde de; “Allah yapandır; ama hareket ve aletten yararlanma anlamında değil.” buyurmuştur.

Yani Allah ne fikrî hareket, ne de bedensel hareketle nitelendirilemeyecek bir failliğe sahiptir. Allah’ın failliği, ne nefsi hareket ile iç içe olan mütefekkir insanın failliğine benzer, ne de işlemesi için organ ve araçların hareketi ile araç ve aletlere muhtaç olan diğer maddî varlıkların failliğine.

Sonra Hz. Ali (a.s) bahsi geçen hutbenin devamında şöyle buyurmuştur: “O’na sükun ve hareket cari olmaz. Hiç O’nun kendisinin cari kıldığı bir şey, O’nun kendine cari olur mu? Hiç O’nun kendisinin başlattığı, O’nun kendine döner mi? Hiç O’nun kendisinin ihdas ettiği, O’nun kendinde hâdis olur mu?”

Evet; Allah Tealâ “Hareket Kanununa” mahkum olamaz. Allah için ne, hareketlidir denebilir, ne de sakin. Zira bu kavramların her ikisinin de mahzeni maddedir. Allah Tealâ ise maddeyi yaratan bir varlıktır. O hâlde Allah ne sakindir, ne de hareketli.

Hz.Ali’ye Göre Tanrıbilim

Ali (a.s)’ın felsefesi salt ilâhî bir felsefedir. Dolayısıyla diyalektik ve diğer maddî görüşler, bu değerli ve ilâhî şahsiyetin düşünce ufuklarına yükselemez.

O, Allah hakkında, öyle bir “zat” ispat etmektedir ki, aynı ispatla bütün zatî sıfatları da beyan etmektedir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın künhüne ermek mümkün değildir.”[8] Zira düşünen,

düşünce ve düşünme hep O’nun mukaddes zatının nurundan vücuda gelmiş şeylerdir. Allah’ın feyzi hepsine vücut vermiştir. Hiç O’na bağımlı olan ve O’nun bir eseri olup O’ndan kaynaklanan bir şeyin O’nu kuşatması düşünebilir mi?!

Yaratıcı ile yaratığın irtibat şekli ve yaratıcıyı yaratıkları vasıtasıyla tanıma niteliği hakkında ise şöyle buyurmaktadır: “Her şeyledir, beraberlik olmaksızın; her şeyden ayrıdır, kopukluk olmaksızın.”[9] Yine şöyle buyurmuştur:

“Ne eşyanın içindedir, ne de onların dışında.”[10] Yani O, her şeyin içindedir, onlara karışmaksızın; her şeyin dışındadır, onlardan kopup ayrılmaksızın.

Dolayısıyla kendini Allah’ın varlığının dışında gören ve sonra da Allah’ın zatı hakkında tefekkür eden mütefekkir biri bulunabilir mi?! Hz. Ali (a.s) her mütefekkiri, tefekkürüyle, kıyasının iki önermesiyle, fikrî sonucu ve delil teşkil eden burhanıyla birlikte Allah Tealâ’nın varlığının hâkimiyeti altında görmektedir.

O hâlde hiçbir akıl Allah’ın künhüne eremez; ama kolayca şunu idrak edebilir ki, “O’nun bir benzeri yoktur.”[11] Evet, bunu kolayca anlamak mümkündür. Filozofun düşünce yüceliği

ve arifin şuhut derinliği ile, bu gerçeği anlamak olasıdır. Bu sınırı aşacak olursa, hiçbir mütefekkirin düşüncesi Allah Tealâ’nın hakikatini idrak edemez.

Dolayısıyla Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki: “Himmetlerin yüceliği O’nu derk edemez ve akıllar O’nun vücut denizine dalamaz.”[12] Yani filozof, fikriyle ne kadar uçarsa uçsun, O’nu tanıma zirvesine asla ulaşamaz. Arif de şuhut denizinde ne kadar yüzerse yüzsün, O’nun zatının derinliklerine asla varamaz.
Ali (a.s) ve İlâhî Tevhit

Hz. Ali’nin ortaya koyduğu tevhit anlayışı da insanoğlunun ulaşabileceği en derin ve ince tevhit anlayışıdır. Bakınız, o şöyle buyuruyor:

“Dinin evveli, O’nu tanımaktır. O’nu tanımanın kemali, O’nu tasdik etmektir. O’nu tasdik etmenin kemali. O’nu birlemektir. O’nu birlemenin kemali. O’na karşı ihlâslı olmaktır. O’na ihlâslı olmanın kemali ise O’ndan sıfatları nefyetmektir.”[13]

Bu ilâhî filozofun, tevhit hakkında yaptığı bu derin açıklamalar sayesinde sonraları Farabî ve Şeyh İşrak gibi İslâm felsefesinin önde gelen öğrencileri, tevhidin temeli olan “Salt şeyde ikilik olmaz” kaidesini anlamakta,

Sadr’ul-Müteellihîn ise “Yalın Hakikat” gerçeğini idrak etmekte ve Allâme Tabatabaî gibi bir diğer öğrencisi de “Zatî Mutlakıyet” hakikatini anlamaktadır.

Bakın bu dalgalanan deniz, ortaya koyduğu tevhit anlayışına nasıl da delil getirmekte ve şöyle demektedir: “O’nu birlemenin kemali, O’na karşı ihlâslı olmaktır. O’na karşı ihlâslı olmanın kemali,

O’ndan sıfatları nefyetmektir. Zira her sıfat mevsuftan (nitelendirilenden) ayrı olduğuna, her mevsuf da sıfattan gayrı olduğuna tanıklık etmektedir."[14]

Böylece Hz. Ali (a.s) tevhidin en mükemmel şeklini ortaya koyarak böyle bir tevhide ancak mevsuftan ayrı olduğuna tanıklık eden sıfatları Allah’tan nefyetmekle ulaşılabileceğini belirtmektedir.

Zira, böyle bir sıfatla nitelenen mevsuf da, aynı zamanda sıfatlardan ayrı olduğuna tanıklık etmektedir. O hâlde tevhit, zait ve arız sıfatları Allah’tan nefyetmeyi gerektirmektedir. Çünkü hem zait olan, zait olunandan ayrı olduğuna şahit olduğu gibi, zait olunan da zait olandan ayrı olduğuna tanıktır.

Hz. Ali (a.s) bu sözünün ardından, O’ndan sıfatları nefyetmenin nasıl olur da O’na tevhitte ihlâsın kemali olduğunu beyan ederek şöyle buyuruyor: “Allah Tealâ’yı niteleyen, O’nu eşit bilmiş;

O’nu eşit bilen, O’nu ikilemiş; O’nu ikileyen, O’nu tecziye etmiş/cüzlere ayırmış; O’nu tecziye eden, O’nu tanımamıştır. O’nu tanımayan ise, O’na işaret eder; O’na işaret eden, O’nu sınırlamış olur; O’nu sınırlayan ise, O’nu saymış olur...”[15]

O hâlde özetle söyleyecek olursak, Allah’ı zait sıfatlarla nitelendirenler, yani O’nu başkasıyla eşit bilenler, gerçekte O’nu sınırlandırmış olurlar. Sınırlandırılan bir varlık ise, artık Allah olamaz.

Allah salt varlıktır, salt varlığın ise bir kenarı, bir kıyısı olamaz. Salt varlık olan şey, aynı zamanda salt ilimdir, salt hayattır, salt kudrettir ve...

Velhasıl O’nun zatıyla sıfatını birbirinden ayırmak olmaz. O’nun hem zatı sonsuzdur, hem de kemalleri ve hem de kemallerle nitelendirilmesi ayniyet esasıncadır; “zata zait olma” şeklinde değil.

Ali ve Pratik İlâhî Felsefe

Buraya kadar söylediklerimiz, Hz. Ali (a.s)’ın teorik ilâhî felsefe hakkında beyan ettiklerinin bir özetiydi. Pratik ilâhî felsefeye gelince; o, Ali (a.s)’ın mukaddes hayatı ve siretidir denebilir.

Bu açıdan Ali, Allah’ın sıfatlarını tam manasıyla kendinde yansıtan en mükemmel ayna ve en kâmil ayettir. Böyle olduğu içindir ki, haklı olarak; “Allah’ın benden büyük bir ayeti yoktur.”[16] buyurmuştur.

Ali (a.s)’ın gerçek manevî makamı, Sıffin savaşı esnasında yamadığı ve İbn-i Abbas’ın; “Artık bu ayakkabı kıymetten düşmüştür.” dediği ayakkabısını göstererek; “Allah’a andolsun ki, bu yırtık ayakkabım sizlere yönetici olmaktan benim için daha değerlidir. Meğer ki, bir hakkı ikame veya bir batılı yok edem.”[17] demesi değildir.

Yine kendisinden yardım istenince temsilcisine; “Bu adama bin tane ver.” diye emrettiğinde, temsilcisinin; “Bin miskal altın mı, bin miskal gümüş mü vereyim?” demesi üzerine, Ali (a.s)’ın; “Fark etmez her ikisi de bana göre taştır; onun için hangisi daha faydalı ise onu ver.”[18] buyurması da Hz. Ali’nin gerçek makamını yansıtmamaktadır.

Evet, Ali (a.s)’ın nezdinde hem altın bir taştır, hem de gümüş. Birisi sarı taştır, diğeri ise beyaz. Ama bunlar, Ali (a.s)’ın manevî makamını ifade etmekte yetersiz kalmaktadır. Bütün bunlar, o sonsuz denizin azametli ruhundan yansıyan küçücük dalgalardır. Hz. Ali’nin çok küçük öğrencileri de böyle manevî makamlara erişmişlerdir.

Her ne kadar Ali (a.s); “Yolun uzunluğundan, azığın azlığından, yolculuğun uzamasından ve varılacak menzilin azametinden Allah’a sığınırım.”[19] diye buyuruyorsa da, şüphesiz ki onun makamı bundan çok daha yücedir.

Sahi, Ali (a.s) için uzak olabilecek bu yolculuk hangi yolculuk olabilir? Bu yolculuk, Allah’a gitmek midir? O, Resulullah’ın miraç yoldaşıdır. Bu alanda kat edilebilecek en son menzile çoktan varmıştır bile.

Sonra bizlere Allah’a doğru gitmeyi, onun kendi torunu Ali bin Hüseyin (a.s) öğretmiş ve bu yolun kat edenler için hiç de uzak bir yol olmadığını göstererek; “Şüphesiz, sana gelen kimse için bu yol yakındır.

Şüphesiz, sen kullarından örtülü/gizli değilsin. Seni onlardan gizleyen, kulların kendi yaptıklarıdır.” buyurmuştur. Demek ki, Allah’a doğru gitmek, salikler için uzun bir yolculuğa çıkmak değil, aksine sadece iki adım atmaktan ibarettir.

“Her ne kadar birçok tehlikesi olsa da,

Salikin yolu sadece iki adımdır.

Birincisi, “hüviyet”in “ha”sından geçmek,

İkincisi varlık sahrasını kat etmektir.”

O hâlde Ali (a.s) için Allah’a doğru gitmek, uzak ve zor olan bir yolculuğa çıkmak değildir. Ali (a.s) için ne Allah’tan geliş zordur, ne de Allah’a dönüş. Zira bu yolculuk, Allah’a doğru yapılan bir yolculuktur. Ali ise zaten bu yolculuğun sonsuz deryasını kat etmiş ve sahile ulaşmıştır.

Ali, Hakk’ın habercisidir. Hakk’ı Hak gözüyle görmüştür. Evet dost vadisine ayak basan, ondan haber getiren ve sürekli dostla beraber olan kimse için bu yol uzun uzak bir yol olamaz.

Dolayısıyladır ki Ali, Allah’a ne cehennem korkusundan, ne de cennet şevkinden ibadet etmiş değildir. O, Allah’ı ibadete lâyık gördüğü için ibadet etmiştir. “Sana cehennem korkusundan veya cennet sevgisinden dolayı ibadet etmedim; seni ibadete ehil buldum da ibadet ettim.”[20]

İşte buradan anlaşılıyor ki, aslında Ali (a.s)’ın beyanı, muhataplarına yönelik bir talim ve terbiyedir. O, insanlığa seslenmektedir: “Ey insan! Uyan! Azığın az, yolun ise uzundur.

Bir adımını kendi benliğinin üzerine koy, diğerini ise dostun sokağına at. Aksi takdirde yolun çok uzak, azığın da pek az olacak ve bu yolu bin bir belâ ve zorluklarla kat edeceksin.” diye... “Ey insan! Sen gerçekten Rabbine doğru koşturuyorsun; muhakkak O’nunla buluşacaksın.”[21]

Allah’ım bu büyük velinin mukaddes ruhu hatırına kalplerimizi Kitap, İtret ve Sünnet marifetiyle aydınlat.

Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

[1] - Bihar’ul-Envar, c.4, s.44, 52, 53, 54, 304 ve c.41, s.15.

[2] - Bihar’ul-Envar, c.87, s.304.

[3] - Nehc’ül-Belâğa, 192. hutbe.

[4] - Bihar’ul-Envar, c.2, s.94; c.3, s.225; c.10, s.117, 118, 119, 120, 121, 125, 126, 128; c.14, s.461; c.24, s.179 ve c.26, s.146, 147, 152, 153, 179, 257...

[5] - Nehc’ül-Belâğa, 186. hutbe.

[6] - Âl-i İmrân Suresi/28 ve 39.

[7] - el-Kâfî, c.1, s.183.

[8] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutba.

[9] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutba.

[10] - Nehc’ül-Belâğa, 186. hutbe.

[11] - Şûra Suresi/11.

[12] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[13] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[14] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[15] - Nehc’ül-Belâğa, 1. hutbe.

[16] - Bihar’ul-Envar, c.23, s.206.

[17] - Nehc’ül-Belâğa, 33. hutbe.

[18] - Bihar’ul-Envar,c.41, s.32.

[19] - Nehc’ül-Belâğa, 77. hikmet.

[20] - Bihar’ul-Envar, c.70, s.189, 197, 234 ve c.72, s.287.

[21] - İnşikak Suresi/6.
--------------------------------

Alevîlik Nedir? Ve Kim Tarif Etmeli?

Ersin BAYDEMİR

Bir filozofa; “Devlet yönetimi elinizde olsaydı, ilk olarak ne yapardınız?” diye sorulduğunda; “Kavramları düzeltir, kelimelerin doğru kullanılmasını sağlardım.” yanıtını verir.

Aziz okurlar, bir ülkenin yönetiminde düzeltilmesi gereken sayısız sorunlar olduğu hâlde neden bu filozof böyle konuşmuştur, demeyin. Bu filozof her kim olursa olsun, insanlık topluluğunun en büyük sorununa parmak basmıştır.

Gerçekten de insanlık âleminin en büyük sorunu kavram kargaşasıdır. Çünkü çıkar odakları veya düşünce akımları, toplumları istedikleri istikamette yönlendirmek ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla toplumda genel düzeyde yerleşip kabul görmüş olan kavramları kullanmak durumunda kalıyorlar.

Bu aşamada, toplumda makbul olan kavramların ideolojik ve kültürel içeriği bu odak ve akımların çıkar ve düşünceleriyle çeliştiği takdirde -apaçık tavır koyup, karşı çıkmak yerine- çareyi, içerik ve anlam bakımından bu kavramları tedricî olarak değiştirip saptırmakta buluyorlar.

Böylece, sloganlaşmış temel kavramları sahiplenmenin avantajını elde etmekle beraber, toplumun değerlerini temsil eden sözcükleri kendi hedefleri doğrultusunda sömürüp, suiistimal etmeye kalkışıyorlar.

Toplumda kavram kargaşasının baş göstermesinin önemli ve başlıca sebeplerinden birisi hiç şüphesiz budur.

Maalesef, ülkemiz, bilfiil kavram kargaşasının çok derin ve yaygın boyutta yaşandığı bir toplumdan oluşmaktadır. Birçok kelime ve kavramlar anlam ve kapsamı dışındaki maksatları ifade eder tarzda kullanılmakta, hatta bazı vakitler sözcükler alâkasız ve zıt anlamlarda kullanılmaktadır.

Örneğin; fuhşa aşk denilebiliyor, iki yüzlülük ve sahtekârlığa siyaset adı konulabiliyor. Sanatla iffetsizlik, çağdaşlıkla bensizlik veya medeniyetlikle sosyetelik hep birbirine karıştırılıyor. Birileri gericiliği din sayarken, diğer bir grup gerçek dindarlığı gericilik olarak niteliyor.

Bunun en bariz örneklerinden bir diğeri de laiklik kavramıdır. Her hâlde gerçek anlamda laiklik en son olarak bizim ülkede gerçekleşecektir. Birileri laiklik adına dine karşı çıkıp dindarlara elinden gelen her zulmü esirgemezken,

diğer bir grup da laikliği dinsizlik kabul ediyor. Yahut hiçbir laik ülkede yönetim belli bir mezhepten yana tavır koymazken bizim ülkemizde laiklik Hanefîliğin savunucusu ve tebliğcisi oluyor. Ve...

İşte bunun içindir ki, lügat kitaplarımıza tekrar müracaat etmeli ve sözcükleri daha bir netleştirmeliyiz. Birçok kavramın tartışma konusu olabileceğini inkâr etme durumunda değiliz ama, herhâlde bizimki çok öte bir şey.

Toplum olarak özellikle millî, kültürel ve dinî değerlerimizi ifade eden kavramların sömürülmesinin karşısında durmak zorundayız. Aksi takdirde gelecek nesillerimizin toplumsal değerlerimiz konusunda bizden daha şaşkın bir duruma düşmeleri kaçınılmaz acı bir gerçek olarak önümüze çıkacaktır.

Kısacası, herkes ortaya attığı fikrin, savunduğu düşüncenin gerçek adını söylemeli ve kimsenin sahta mallarını başka etiketlerle pazarlamasına izin verilmemeli. Aksi takdirde kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan karmaşık bir toplum durumundan kurtulmamız mümkün değildir.

Yazımızın başlığından da anladığınız üzere, asıl üzerinde durmak istediğimiz kavram Alevîlik kavramıdır. Yukarıdaki yazımız da buna bir giriş mahiyetini taşımaktadır. Ne yazık ki,

kavram kargaşası açısından o denli ileri gitmişiz ki, artık dinlerin ve mezheplerin de adı birbirine karışır duruma gelmiş ve özellikle son zamanlarda herkes; “Alevîlik nedir?” diye sormaya başlamıştır.

Gerçekten Alevîlik nedir? Soran da şaşkın, soruya yanıt veren de şaşkın. Soruyu duyan da; “Sahiden ne oldu da bugüne kadar açıkça bildiğimiz ve her şeyden çok açık seçik olarak tanıdığımız Alevîlik bilinmez oldu?!” diye mırıldanmaya başlamıştır.

Meğer Alevîlik birkaç günlük ömür geçirmiş olan, dünyaya yeni gelen fikir akımlarından bir mi ki, ne olduğu meçhul olsun da sormak gereksin?! Alevîlik İslâm kadar açık ve net bir anlam taşırken, nasıl oluyor böyle bir soru ciddî şekilde söz konusu olabiliyor?!

Bu durum, toplum olarak bizim birtakım karanlıklara gömüldüğümüzün bir belirtisi değil midir?!

Hâşâ, bin kere hâşâ, Alevîlik karanlıktaki bir fil misali midir ki, herkes ilk eline gelenin adını Alevîlik koyuversin?! Tarihi Alevîlikle aydınlanmış ve toprağı Ehl-i Beyt sevgisiyle yoğrulmuş bir ülkede;

“Ben Alevîyim ama Müslüman değilim.” denilebilir mi?! Ya peki hâşâ ve hâşâ Ali Müslüman değil miydi?! Hangi Alevî bu safsatalara aldanır?! Ali her Müslümandan daha önce Müslümandır.

Alevîlik bir örftür, bir kültürdür diyenler var. Ali’ye karşı hiçbir taahhüdü olmayan bir Alevîlik kastediliyor gerçekte. Maksat ise belli; Alevî kelimesini istismar ederek,

bu kutsal adın altına kendi ilhadî düşüncelerini ve materyalist dünya görüşlerini sokuşturmak istiyorlar. Alevîlik Ali’siz olup da Marks'li ve Lenin'li mi olacak?! Yoksa Mao’nun öğretiler mi Alevîliktir?!

Sözünüzü ağzınızda evirip çevirmeyin. Asıl adınızla ortaya çıkın. Ali’yi istemeyenlerin Alevîlikle ne ilgisi var?! Yahu deve kuşu bile bunlardan daha iyi kendisini gizliyor!

Alevî halkın bu sözlere aldanmayacağı ve aldanmadığı açıktır. Aldananlar da varsa eğer, çok çekmez, beşikteyken annelerinin ninnisi ve çocukken dedelerinin sazı, sözü ile yüreklerinin en derinliğine işleyen Ali sevgisiyle uyanır ve tekrar Ali’ye dönerler.

Alevînin yaşamı, Ali sevgisiyle, On İki İmam aşkıyla şekillenmiş ve anlam kazanmıştır. Alevînin göze çarpan en belirgin gerçeği işte budur.

Eğer Alevîlik diye dinsizliği yaymaya çalışan varsa, meydanı boş sandığı için böyle bir hevese kapılmıştır. Çok geçmez meydanın boş olmadığını ve Pir Sultan Abdal gibi canını Ali uğrunda feda eden nice erenlerin karşılarına dikildiğini görürler. Bu kutsal vatanın erenleri Ali aşkıyla yoğrulmuşlar. Serlerinden geçmişler ama Ali’den,

Ehl-i Beyt’ten geçmemişler. Artık kalpleri Ali aşkıyla dolup taşan gençlerimizin dilinde, Anadolu erenlerinin başı ve önderi Pir Sultan Abdal’ın “Dönen dönsün ben dönmezem Ali’den” beyti destanlaşmıştır. O hâlde beyhude kendinizi yormayın; bizim kalbimizden Ali, Ehl-i Beyt ve On İki İmam aşkını çıkaramazsınız.

Alevîliği dinsizlikle bağdaştırmaya çalışanlardan geçelim, bir de Alevîlik konusunda mesnetsiz ve aceleci şekilde konuşanlar var. Yani, en son duyduklarını ve her bildiklerini Alevîlik diye sunan grup.

Bunlar kafalarındaki her şeyin Alevîliliğin bugüne kalan bütünü sanmaktadırlar. Böyle olunca da tabiîdir ki, her kafadan bir ses çıkıyor. Kaynaksız, mesnetsiz ve sorumsuz bir üslupla hiçbir şey doğru dürüst tarif edilemez. Muasır dünya görüşlerini ve felsefî ekolleri dahi tarif etmeye kalkışsak, öz kaynaklarına bağımlı olmaksızın konuşamayız.

Yüz milyonlarca insanın takipçisi olduğu ve İslâm’ın özünden başka bir şey olmayan bir inancı mesnetsiz ve rast gele nasıl tarif edebiliriz?! Alevîlik bir efsane değil ki, böylece mesnetsiz ve kaynaksız tarif edilebilsin.

Yoksa bilinçli olarak Alevîliği, meçhul göstermek isteyenler mi var? Başlangıcı, tarihsel süreci ve temel kaynakları malum olan bir mektep meçhul muamelesi görüyorsa, şüphe etmek gerekmez mi? Yahut birileri Alevîliği yozlaştırmak, gerçeğinden ayırmak, membaından kopararak asimle mi etmek istiyor?

Açıktır ki, Alevîliği Hanefî mezhebine bağlamak isteyenlerin bu çabalarını başka türlü algılamak mümkün değildir.

Alevîliğin Ehl-i Beyt ve On İki İmam öğretilerine dayandığı ve Hz. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) mezhebini esas aldığı dolayısıyla da bu esaslara dayalı olmayan Ehl-i Sünnet mezhepleriyle mezhep aşamasında hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde zorla böyle bir yamamaya gitmeyi hiçbir Alevînin yutması mümkün değildir. Böyle bir yutturmaya aldanmak için saf değil, ahmak olmak gerekir.

Hz. Resulullah’tan sonra ilâhî hüccet olarak On İki İmamı kabul eden bir öğretiyle bu ilkeyi kökünden reddeden bir öğretiyi aynı kabul etmek olur mu?! Daha ötesi hak mezhep olarak nitelendirdikleri mezhepleri dört Ehl-i Sünnet mezhebiyle sınırlayarak

Hz. İmam Cafer Sadık'ın (a.s) öğretisine batıl mezhep gözüyle bakan bir öğretiyle İmam Sadık’ın (a.s) öğretilerini kendine mezhep edinen bir inanç aynı olabilir mi?! Bütün bu gerçekler gün ışığı gibi açık seçik ortadır.

Biz şuna inanıyoruz ki, İslâmî mezhepler olarak eğer, biz birbirimizi asimle etmek yerine, birbirimizin değerlerine saygı gösterip birbirimizi hoşgörüyle karşılarsak,

aynı vatanın evlâtları ve İslâm kardeşleri olarak birlik, beraberlik, huzur ve esenlik içerisinde yaşar gideriz. Aksi takdirde, yine bölünmeler ve gruplaşmalar başını alıp gider. Bu ise ne ülkemizin ve ulusumuzun çıkarlarıyla bağdaşır, ne de inanç sistemleri olarak inanç esaslarımıza uygun düşer.

Birilerinin de On İki İmam ve Ehl-i Beyt öğretilerini esas alan mezhepler arasında ihtilâf çıkarmak istediklerini görmekteyiz. Burada cür’etle söyleyebiliriz ki,

On İki İmam’a mensup olanların arasındaki ihtilâf ve görüş farklılıkları, Ehl-i Sünnet inancındaki ayrışımlar ve fırkalaşmalara oranla kat kat daha azdır.

On İki İmam yolu gayet net ve açıktır. Durum böyleyken, Alevîliğin bu şekilde geniş bir çapta kişisel yorumlara ve mesnetsiz tariflere açık olması düşünülemez. Bu durum normal değildir; oyun oynanıyor. Vahiy membaından ebediyete doğru akmakta olan bu zülâl ve pak suyu bulanık göstermek için çamur dökenler var.

Alevî halk, tarih boyunca ezilmiş, baskı görmüş, ama her şeyden değerli kabul ettiği inancını, yani Ehl-i Beyt sevgisini yegane kıymetli cevheri olarak çileli bağrında koruyup bu zamana taşımıştır.

Şimdi ise bin bir musibetle, tarihinin en büyük armağanı olarak mevcut nesle omuzlayarak getirdiği bu emaneti, yani gerçek Alevîliği kötü göstermek ve emanete hıyanet etmek isteyenler var.

Bunlar ya akıllı düşmanlar ya da cahil dostlardır. Bunlar bilinçli veya bilinçsiz Ali’den uzak ve Ali’nin tanımadığı bir Alevî tarifini ortaya atıyorlar.

İşte burada gerçek Ali dostlarının ayağa kalkıp, organizeli çalışmalar başlatarak emanetin hâlâ vefalı omuzlarda olduğunu göstermeleri gerekir.

Alevîlik, içerisinde zıt öğretileri bulunduran meçhul bir mezhep değildir. Aksine en açık ve net öğretileri içeren bir yoldur. Eğer belirsizlik ve şüphe varsa, bu bizim gafletimizden ve diğerlerinin fırsatçılığından kaynaklanan geçici bir durumdur.
Ne Yapmalı?

Hiçbir şahsî yoruma ve görüşe yer vermeden, farklı mezhep ve grupların müdahalesine mahal bırakmadan, Alevîliğin gerçeğinin net bir şekilde ortaya koyulması gerekir. Her gelip çatanın Alevîliği istediği tarzda tanımlamasını engellemek için çok zorunlu iştir bu.

Bu aşamada Alevîliği nereden öğrenip, araştırmamız gerektiği sorusu ortaya çıkıyor. Nereden gerçek Alevîliği saf ve zülâl hâliyle elde edebiliriz?

Alevîliği, Alevî kültürünün evlâtları olduklarından kuşku duyduğumuz, sözde Alevî aydınlara mı sormalıyız?! Yoksa dinî eğitim görmüş, ama On İki İmam yoluna bağlı olmayan hocalara mı sormalıyız?!

Eğer Alevîliği Alevîliğin öz kültürüyle yetişip yaşamış olan büyüklerimize sorarsak, acaba ikna edici cevaplar alabilecek miyiz? Yahut yüz yıllar boyu halkımız arasında Ehl-i Beyt sevgisiyle yaşamış ve bu sevgiyi yaşatmış olan sevgili dedelerimize mi sormalıyız?

Şüphesiz ki büyüklerimiz ve dedelerimiz bu konuda devamlı aydınlatıcıdırlar ama, ihtilâfların kalkmasını sağlayacak, mesnet ve kaynak sayılacak bir memba arıyoruz. Biz Alevîliği tanımlamaya ve anlatmaya en yetkili ağzın kim olduğunu arıyoruz. İşte bizim hareket noktamız, bu sorunun yanıtını aramaya koyulmaktan başlamalıdır.

Güneş gibi açıktır ki, Alevîliği tarif etmeye Hz. İmam Ali’nin kendisi kadar hiç kimse yetki sahibi değildir. Alevîliği, adından da anlaşıldığı üzere ilk önce Ali’den (a.s) sormalıyız.

Çünkü Alevîlik Türkçe olarak Alicilik demektir. Demek ki, Alevîlik Ali’ye dayanan bir yoldur. Belli ki, Ali’ye dayanan bir yolu herkesten önce Ali’nin kendi tarif etmelidir.

İmam Ali’nin on dört asır önce yaşadığı doğrudur ama, bu onun sadece cisim ve beden olarak yaşadığı kısa bir dönemdir. İmam Ali şehit olmakla yok olmamıştır. Onun şahsiyeti ve manevî varlığı ebediyete nur tutacak bir mahiyette canlı ve sermedî kalmıştır.

İnsanlığın müşterek mirası olan tarih kitapları, İmam Ali’yi bütün şahsiyetiyle, inançlarıyla, kerametleriyle ve mübarek yaşamında geçen bütün hadiselerle net bir şekilde anlatmaktadır.

Ali tarihte meçhul bir çehre değildir. Hatta Müslüman olmayan tarihçiler dahi onun yüce şahsiyetini ve hayır, bereket dolu yaşantısını konu edinen kitaplar tedvin etmişlerdir.

Bu durumda biz, ilk olarak Hz. Ali’yi tanımaya koyulmalıyız ve Alevîliği o yüce imamdan öğrenmeliyiz. Eğer İmam Ali’yi tanırsak, temel inanç esaslarımızı en sağlam kaynaktan alabileceğimiz kesindir. Ardından İmam Ali’nin bize ne gibi kaynaklar tanıttığına bakmalıyız. Çünkü bu takdirde İmam Ali’nin bize tanıttığı kaynaklar da itibar kazanacaktır.

Evet, eğer samimî olarak Alevîyiz diyorsak, başkalarına değil Ali’ye yönelmeliyiz. Hiçbir kimsenin girişmediği kadar, ciddî bir çalışma içerisine girerek tarihî kaynakları iyice araştırmalıyız.

Zayıfı muteberden ayırmalı ve doğruyu yanlıştan seçmeliyiz. Olmaya ki herkesten çok sevdiğimiz Ali’yi başkaları bizden daha çok tanımış ola. O zaman efendimiz karşısında tabiî ki yüzümüz kara olacaktır.

Gerekirse, bu yönde araştırma merkezleri kurmalıyız. Dünyanın dört bir yanından kitaplar toplamalıyız ve bu uğurda canla başla çaba harcamalıyız.

Bu, Alevîliği gerçek tanımına kavuşturup oyuncuların oyununa son vermenin en sağlam yoludur.

Ümit ederiz, Peygamber efendimiz ve İmam Ali’den başlayarak bugüne dek süregelen, On İki İmam ve Ehl-i Beyt yolu diye adlandırdığımız bu yüce emanet genç neslimizin güçlü omuzlarında daha kuvvetli,

daha canlı ve kendine lâyık şanla korunup doruklara taşınmaya devam edecektir. Hepinizi saygıyla selâmlıyor, Ali’nin niyazı üzerinizde olsun diyorum.

Yeni yorum ekle