2,AYLIK DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ
Ehli Beyt Öğretisi
Su ve gıda almadan insanın maddi hayatını sürdürmesi mümkün olmadığı gibi insanın madde ötesi yönü olan ruhu da hayatını koruyabilmesi ve gerekli olan kemaline erişmesi için gıdaya ihtiyaç duymaktadır.
Gıdasız bırakılan ruh, gıdasız kalan beden gibi ölmeye mahkumdur. İnsan ruhunun gerçek gıdası ise bilinçtir. Bilincin insanda oluşmasının en önemli yollarından biri insanın hayat ve evren hakkında edindiği bilgilerdir.
İnsan her şeyden önce kendi yaratılış gayesi hakkında doğru bir yorum aramalı ve bu çerçevede diğer çabalarına yön vermelidir. Bilinçsiz bir insan ne uğuruna hayatını sarf edeceğini ve neye bağlanacağını, neyi ve ne için seveceğini bilmez ve sadece geçici tutkularla bir süre kendini avutur.
İnsan, bu hayattaki çabalarıyla sonsuza dek kendi geleceğini belirlediğine göre yukarıda söz konusu edilen bilinci elde etmenin önemi iyice ortaya çıkar.
Çünkü insan, yaratılış gayesi yolunda kendisine kılavuzluk edecek bilgilerle donanmazsa, ebedi hayattaki geleceğini kendi eliyle tehlikeye düşürmüş olur ve sonuçta bedbahtlar grubuna karışabilir.
Bu yüzden insanın hayattaki ilk hedefi en sağlam kaynaklara başvurarak kendi hayatına yön ve anlam verecek bilinci elde etmesidir.
Bu arada önemli olan bu bilincin doğru kaynağını tespit etmektir.
Bizce insanın bu bilinci elde etmek için başvuracağı en sağlam kaynak Ehli Beytidir.
Ehli Beyt’ten ilim ve marifet almayanlar, ilim ve nurdan yoksundurlar ve arkaları sıra gidenleri daha fazla karanlığa doğru çekerler. Çünkü Yüce Allah son Peygamberden sonra Ehli Beyt’in ilim ve marifet kaynağı olmalarını istemiştir. İlahi irade yalanlanamayacağına göre başka yerlerde nur ve kurtuluş arayanlar serap peşindedirler.
Allah’ın emri üzere Peygamber (s.a.a) defalarca ve özellikle hayatının son günlerinde ve özellikle veda haccında ümmetine kendinden sonra sapıklığa düşmemeleri için başvuracakları tek kaynağın Kur’an ve Ehli Beyt olduğunu açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
“Ehli Beytten öne geçmeyin yoksa helak olursunuz ve onlardan geri de kalmayın yine helak olursunuz. Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın; çünkü onlar sizden daha bilgindirler.”
Bizzat Ehli Beyt İmamları da bu gerçeği defalarca ifade etmişlerdir. Örneğin İmam Cafer Sadık (a.s), şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar, alimler, öğrenenler ve çerçöpler olarak üç kısma ayrılırlar. Biz Ehli Beyt alimleriz, bize uyanlar öğrenenlerdir ve diğerleri ise çerçöptür.[1]
İmam Muhammed Bakır (a.s) da iki büyük Kur’an Müfessiri olan Selmet b. Kuheyl ve Hakem b. Uteybe’ye hitaben şöyle buyurmuştur:
“Doğuya da gitseniz Batıya da gitseniz, biz Ehli Beyt’ten kaynaklanan ilimden başka doğru bir ilim bulamazsınız.”[2]
Biz herhangi bir bağnazlığa kapılmadan gerçek hayat bilinci peşinde olan araştırmacı kimseleri, Ehli Beyt’i tanımaya ve sonra ister nesnel hayat bazında ve isterse ortaya koydukları ilim ve öğreti yönünden diğer mektep ve okul sahipleriyle ve kurtarıcı vasfını taşıyan şahsiyetlerle mukayese etmeye çağırıyoruz.
Elinizdeki bu mütevazı çalışmadan gayemiz de inşaallah siz kardeşlerimizi Ehli Beytin nurlu şahsiyetleriyle ve kutlu öğretileriyle tanıştırmaktır. Bundan başka hiçbir gaye gütmüyoruz; Allah buna şahittir ve O şahit olarak yeter.
Artık cehalet perdelerinin kenara itilip gerçeklerin gün yüzüne çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Geçmişteki bağnazlıklar geride bırakılmış ve mantıkla uyuşmayan fikirler yerini gerçekçi yaklaşımlara bırakmıştır.
Böyle bir dönemde insan hayatında önemli ve belirleyici rolü olan inançların objektif bir çerçevede yeniden ele alınması insanlığa büyük bir hizmet sayılmaktadır.
Biz de bu çerçeve dahilinde Hıristiyanlıkta var olan üçleme inancını özet olarak ele almayı gerekli gördük.
Hıristiyanlıkta başta gelen inançlardan biri, Baba, Oğul ve Ruh-ul Kudüs üçlemesidir. Hıristiyanlara göre Allah hem birdir hem üçtür. Diğer bir deyişle, üçü birdir; biri üçtür. Hıristiyanlar bu inancın ispatı ve yorumu için bir üçgen örneği vermektedirler.
Onlar şöyle diyorlar: Bir üçgen üç açıya sahip olmasına rağmen birdir. Teslis de böyledir.
Bizce bu örnek, olayın mantıksal boyutuna inilmeden ve felsefi neticesi göz önünde bulundurulmadan verilmiş bir örnektir.
Üçgen üç ayrı açıdan oluşan bir şekildir. Diğer bir deyişle, üç açı bir araya gelerek üçgen denilen tek bir şekli oluşturmaktadırlar. Ama bu açıların hiçbiri diğeriyle özdeş değildir.
Birbirinden farklı üç ayrı açıdır. Eğer bu açıların her biri diğeri olsaydı, üç tane açı olmazdı bir tek açı olurdu. Bu durumda üçgen diye bir şey olamazdı. Buna göre üçgen üç ayrı açıdan oluşan bir şekildir. Ve bu üç açıya birden üçgen denilmektedir,
Eleştiri
Yüce Allah’ı yukarıdaki örnekte olduğu gibi, açılardan oluşan bir üçgene benzetmek yanlıştır. Çünkü Yüce Allah uzuvlardan, parçalardan oluşan bir varlık değildir. Uzuvlara sahip olmak ve parçalardan oluşmak sonradan yaratılmış varlıklara mahsus bir özelliktir.
Eğer Allah Teala parçalardan oluşan bir varlık olsaydı, var olması için parçalarını bir araya getirecek başka bir güce ihtiyacı olurdu. Neticede sonradan yaratılmış bir varlık olurdu.
Halbuki Yüce Allah ezeli ve ebedidir; sonradan yaratılmamış ve başkasının onu var etmesine ihtiyacı olmayan daima var olan bir varlıktır. Hiçbir şeye muhtaç değildir.
Bir robot veya insan her ne kadar bütün işlerini kendi başına görebildiği farz edilse de parçalardan oluştuğu için, onları ilk defa bir araya getirecek başka birine ihtiyacı vardır. Ama Allah, parçaları bir araya getirilme ihtiyacı olan bir insan veya robot gibi değildir.
Bazen de Hıristiyan inancını destekleyenler, suyun; sıvı, buz ve buhar gibi değişik hava şartları altında üç değişik durum arz ettiğini öne sürerek Allah’ın da Baba,
Oğul ve Ruh-ul Kudus gibi üç değişik durumu olduğunu ileri sürerler; oysa Allah Teala için, durum ve şartlara göre değişmek söz konusu olamaz. Farklı durumlar Allah üzerinde herhangi bir etki oluşturamaz. Allah şartlar ve olayların üstünde bir varlıktır.
Bazen Hıristiyanlarla bu konuda konuştuğumuzda ve Baba, Oğul ve Ruh-ul Kudus üçlemesine nasıl inandıklarını sorduğumuzda bunun anlaşılması mümkün olmayan bir sır olduğunu söylüyorlar. Hatta büyük din adamlarının bile bu soruya cevap veremediklerini ve bu gerçeği anlayamadıklarını ileri sürüyorlar.
Gerçek şu ki temel bir inanç sayılan bu inancın anlaşılmasının mümkün olmamasını ve hatta büyük din önderlerinin ve bilim adamlarının bile ne olduğunu kavramaktan aciz olduklarını söylemek ve sonra da her kesin bu inancı benimsemesi gerektiğini ileri sürmek de şaşırtıcı ve düşündürücü bir şeydir.
Dinin temelleri diğer inançlardan ve dini emirlerden daha net ve anlaşılır olması gerekir. Çünkü inancın temel unsurları kabul edilmedikçe o inanç üzerine kurulu olan dinin kabul edilmesi yersiz ve saçma olur.
Dinin kabulü inancın temellerinin doğruluğuna ve sağlamlığına bağlıdır. Bir inancın doğruluğuna veya yanlışlığına hükmetmek ise inancın anlaşılır olmasına bağlıdır.
Anlaşılmayan bir inancı doğru olarak kabul etmek akıl ve mantıkla bağdaşmayan bir tavırdır.
Kısacası hiçbir şey körü körüne kabul edilmemelidir. Bilinmeyen ve kavranılamayan bir şey dinin temeli olamaz. Din insanın hayat biçimini belirler; hayat ise bilinmeyenler üzerine kurulamaz.
"And olsun ki, her ümmete "Allah'a kulluk edin; tağuttan kaçının" diye peygamber gönderdik. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin; Peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün".[3]
Hakka tapmayla tağuta itaat etme arasındaki zıtlık ve çatışma itikadi, siyasi, içtimai ve tarihi sahaları içeren kapsamlı bir gerçektir. Peygamberlerin en önemli misyonlarından biri halkı Allah'a kulluk etmeye davet edip tağuttan kaçındırmak olduğu için bu konu itikadidir.
Zira Allah'ın velayet (hakimiyet ve dostluğunu) kabul etmek, tağutun velayetini kabul etmekle çelişmektedir Bu konuda Kur'an'ı Kerim;
"Müminler, Allah'ın velayetinde ve kafirler ise tağutun sultası altındadır" buyurmaktadır. Bu ayette açıklandığı üzere, Allah'a inanmak O’na itaat etme ve velayetini kabul etmekle gerçekleşir.
Öteden beri toplumlar bu iki velayetin mücadelesini yaşadığı için bu konu sosyal içerikli bir konudur. Allah'a iman edip, O’na itaat edenlere karşı, tağutlara, zalimlere itaat edenlerin varlığı eskiden beri varolagelmiş bir gerçektir ve bu süreç böylece devam edecektir.
İman ve küfrü (Allah'a veya tağuta itaati) dikkate almaksızın toplumları tanımak, onların gelişmelerini incelemek mümkün değildir. Tarih boyunca önemli tarihi ve siyasi olayların kaynağını bu iki çeşit inanç ve itaatte (Allah'a veya, tağuta itaatte) görmek mümkündür.
Hatta Kur'an'daki açıklamaları sadece nazari bilgiler olarak düşünsek ve Allah'a kulluk, tağuttan kaçınmakla ilgili hükmü de bu açıdan ele almak istesek bile, yine bunu pratik hayattan uzak soyut bir kuram olarak değerlendiremeyiz.
Çünkü bu hükmün açık pratik etkilerini tarihte görmekteyiz. Böyle bir hüküm ve ilkenin sadece faraziye, söz ve emir olarak kalması düşünülemez. İnsan ister istemez belirli bir yolu seçip yürümelidir. Bu yol da Allah'ın veya tağutun yoludur.
Toplumsal ve ferdi yaşantı sahnesinde, Allah'a itaat, tağuta itaatın karşısında yer almıştır. İnsan toplulukları ya Allah'ın koyduğu kanunlar üzerine hareket ederler yahut tağutun bıraktığı kanunlar üzerine yürürler ve bunun dışında bir yol yoktur.
Konunun açıklık kazanması için tağut sözcüğünün ne mana ifade ettiğini açıklamaya çalışalım:
Meşhur lügat bilgini Ragib İsfahani Müfredat-ul Kuran'da tağutun manasını şöyle açıklıyor: "Her mütecavize (haddini aşana) ve Allah'tan başka tapılan tüm şeylere tağut denir. Tağut kelimesi hem tekil hem de çoğu olarak kullanılır.
Sonra şu ayetleri delil olarak zikrediyor:
-Kim tağutu inkar edip...
-Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, ...
-İnkar edenlerin dostları ise tağuttur...
-Tağutun önünde muhakeme olmayı isterler...
Daha sonra şöyle diyor: "Bu ayetler de tağuttan maksat haddini aşandır. Buna göre sihir yapan, kahin ve hayır işlere mani olanlara tağut denir.[4]
Şimdi Kur’an-i Kerim’de tağut kelimesi geçen ayetleri zikrederek bu sözcüğün Kur’an literatüründe ne anlama geldiğini anlamaya çalışalım:
Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Tağutu inkar edip Allah'a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.[5]
Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin dostu ise tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürükler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.[6]
“Kendilerine kitap verilmiş olanların, putlara ve tağuta inanıp, inkar edenler için: "Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi?”[7]
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağut önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla emir olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.” [8]
Bu ayetlerde ilahi kitaplara inanıp da tağutun önderlik ve hakimiyetini isteyenler şiddetle kınanırken Allah'a imanın ilahi önderlerin (peygamberlerin ve Ehli Beyt İmamlarının) önderliğini kabul etmekle ne kadar iç içe olduğu gösterilmektedir.
“İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenlerse tağutun yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır.”[9].
"Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi?" De, Allah kime lanet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tağuta kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.[10]
“Gerçekten her ümmete; "Allah'a kulluk edin, tağuttan sakının" diye peygamberler gönderdik. Allah içlerinden kimilerini doğru yola iletti, kimileri de sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin; peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün.”[11]
“Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere, onlara, müjde vardır.”[12]
Yukarıdaki nurlu ayetler ışığında bu konuyla ilgili olarak şu birkaç noktayı hatırlatmak gerekir:
1) Allah'a iman etmek sadece, kalple ilgili batini bir durum değildir. Çünkü gerçek imana sahip olmak için Allah'a ibadet etmek ve tağuttan kaçınmak gerekir.
2) Peygamberlerin peygamberlikle görevlendirilmeleri ve halkı Allah'a itaat etmeğe çağırmaları sonucu, halk iki gruba bölünmüş; bir grup Allah'a iman etmiş; diğer bir grup ise tağuta ibadet etmekten kaçınmamıştır.
3) Allah'a iman etmek, O’na ibadet etmek ve hükümlerini uygulamak, başkalarına ibadet etmekle çelişir. Allah'ın hükümleri dışında verilen her hüküm tağutun hükmüdür.
Masum İmamlar'dan nakledilen hadislere göre tağuttan maksat, Ehli Beyt İmamlarına karşı çıkarak haksız yere hakimiyeti ele geçiren böylece hükümetinin temeli batıl üzerine kurulu olan ve batılla hükmeden kimselerdir.
Ömer b. Hanzele diyor ki: "İmam Cafer Sadık'dan (Allah’ın selamı ona olsun), "Bizim dostlarımızdan iki şahıs bir konuda örneğin miras veya borç konusunda ihtilafa düşerlerse, meseleyi halletmek için onların hükümdar ve kadılarına müracaat etmeleri helal midir?" diye sordum.
İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Onlara hak veya batıl bir işte müracaat etmek, tağuta müracaat etmektir. Verdikleri hükümle alınan bir şey kendisine ait bir hak olsa bile haramdır.
Çünkü Allah'ın insanlara tağuttan kaçınmalarını emretmesine rağmen, o bunu tağutun hükmüyle elde etmiştir. Allah: “Onlara tağuta karşı olun diye emredildiği halde, tağutu kendilerine hakim kılarlar” buyurmaktadır.[13]
Allame'i Meclisi bu hadisin şerhinde şöyle diyor: "Tağut, tuğyan kökünden türemiştir. Şeytan, put, Allah'tan başka ibadet edilen veya insanların Allah'a ibadetini engelleyen her şeye denir.
Bu hadiste de tağuttan maksat, haksız yere hakimiyeti ele geçirip batılla hükmedenlerdir. Kur'an ayetleri de bu hadiste yer alan emri doğrulayarak ihtilaflı konuların çözümünde zalim hakimlere başvurmanın kesinlikle caiz olmadığını belirtmektedir.[14]
İşaret ettiğimiz gibi Allah'a iman etmenin manası, sadece kalpten ona inanmak değildir. İman Allah'ın vilayetini kabul etmekle beraber ona karşı olan her şeyin vilayet ve hükümlerini reddetme şartını beraberinde getirmektedir.
Bu önemli noktayı dikkate aldığımızda zalim hükümdarların, tevhit inancıyla sürekli ve ciddi bir şekilde mücadele etme nedenleri ortaya çıkar.
Allame Meclisi, bu hadisin senedi hususunda şöyle diyor: "Bu hadis güvenilir bir hadistir ve Şia alimleri tarafından geçerli bir hadis olarak kabul edilmiştir."[15]
Bureyd şöyle diyor: "İmam Bakır’dan (Allah'ın selamı ona olsun) "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisa/59) ayetinin tefsiri hakkında sordum, cevap olarak şu ayeti okudular: Kendilerine kitap verilmiş olanların, putlara ve tağuta inanıp, inkar edenler için: "Bunlar,
inananlardan daha doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi? (Nisa/51) Sonra şöyle devam etti: "Sapıklığa önder olanlar ve halkı ateşe davet edenler şöyle derler: "Batıla uyanlar, hakkı,
Ehli Beyt’ten ve Ehli Beyt’in dostlarından daha iyi tanırlar" ve şu ayeti okudular: "İşte onlar Allah'ın lanetledikleri kimselerdir. Allah'ın lanetlediği kişiye asla yardımcı bulamayacaksın.
Yoksa onların hükümranlıktan bir payı mı var? (yani onların imamet ve hilafetten bir payı mı var?) O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler." (Nisa/52-53)
Yüce Allah “İnsanlara bir çekirdek parçası bile vermezler” ayetinde yer alan “insanlardan” biz Ehli Beyt’i kastetmiştir. "Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar?" Yani Allah'ın biz,
Ehli Beyte verdiği ve yalnızca bize mahsus kıldığı bu büyük nimetten (imametten) dolayı bizi çekemediler. Oysa “İbrahim ailesine Kitab ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.
" (Nisa/54) buyuruyor. Yani: İbrahim’in ailesine risalet, nübüvvet ve imameti bahşettik" nasıl olur da bunlar imametin İbrahim'in ailesine verildiğine inanıyorlar da Muhammedin Ehli Beytine verildiğini inkar ediyorlar?...[16]
Bu hadis de Kur'an ayetlerine istinat ederek, Allah'a iman etmenin onun tarafından seçilen imam ve önderlere itaat etmekle tamamen birbirine bağlı olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
İmam Bakır (a.s), Kadir gecesi hususunda inen ayeti şöyle açıklıyor: "O gecede her sağlam iş nazil olur.” Bir konuda iki görüş sağlam olamaz ancak biri sağlam olur. İhtilaflı olmayan bir konuda (her kesin kabul ettiği bir hakikat üzere) hüküm verenin hükmü Allah'ın hükmüdür.
İhtilaflı bir konuda hüküm veren ve sadece kendi görüşünün doğruluğuna inananın hükmü ise tağutun hükmüdür. Şüphesiz, her yıl Kadir gecesinde tüm işlerin tefsir ve açıklaması Veliyyi Emr'e (Masum İmam’a) iner, bu tefsir ve açıklamada kendine ve halka ait olan işlerin yapılması emredilir.
Kadir gecesinin dışında diğer bütün günlerde de Allah'ın gizli ve özel ilminden Veliyyi Emr'e iner." Ve sonra şu ayeti okudular: "Eğer yeryüzünde ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkeb olsa ve -yedi kat deniz de yedekte bulunup yazılsa- yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir." (Lokman/27)[17]
Hak birdir. Bir konuda birden fazla hak hüküm olmaz. Tereddüt ve ihtimal üzere ortaya sürülen hükümler, o görüş sahibinin şüphe içerisinde olduğunun işaretidir.
Masum imamlar (a.s) ilimlerini Allah'tan aldıklarından hükümleri daima doğrudur. Ama, tağutun hükümleri insan düşüncesinin ürünü olduğundan sürekli değişken, çelişkili ve delilsizdir.
Bu hadis, insanın yaşantısı hususunda doğru bir programa ihtiyaç duyduğunu, ferdi, sosyal ve benzeri tüm alanlarda hakka amel edilmesinin gerekli olduğunu beyan etmekte
ve bu nedenle Allah'tan başka hiç kimsenin insan için kanun koyma hakkına sahip olmadığını, teşri ve hakimiyetin sadece Allah'a Peygamberlere ve Masum İmamlara özgü olduğunu açılamaktadır.
Bu hadis, her Kadir gecesi toplumların geleceği ve yaşamlarıyla ilgili emirlerin Allah tarafından masum imama (İmam Mehdi’ye) indirildiğini ve Allah (c.c)
Kadir gecesinin dışındaki diğer gece ve günlerde de ona sonsuz, gizli ve has ilminden verdiğini ve yalnızca masum imamın öz halis ve kesin ilimle hükmeden kişi olduğunu ve masum imamın dışında imamet ve hükümdarlık iddiasında bulunanların ilminin,
şahsi görüş, ihtimal, kuram ve kuruntulara dayandığını böylece her hangi bir konuda kesin ve kati bir hüküm veremeyeceklerini açıkça beyan etmektedir.
Ehli Beyt Mektebinin takvalı büyük alimlerinin din hususunda söyledikleri her şey, Ehli Beyt'in ilmine dayanır. Onlar ilahi hükümleri beyan etmekte kendilerinden bir görüş ortaya koymazlar.
Onlar, Kur'an ayetleri, Peygamber ve masum imamların (a.s) hadislerine dikkat eder, çaba gösterir, daha sonra usul ilmi kanunlarına göre görüş belirtirler.
İmam Seccad (a.s) bir mektubunda şöyle buyuruyor:
"Allah'ı tanımak ile amel, birbirinden ayrılmayan iki sadık dosttur. Allah'ı tanıyan her kimse ondan korkar. Allah'ın azabından korkmak ise insanı hakka itaat etmeğe doğru sevk eder.
Alimler ve onların izcileri Allah'ı, tanıyan, hükümleriyle amel eden ve O’na rağbet edenlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir.
” Buna göre, dünya işlerine günah yapmak kastıyla yönelmeyin; kendinizi Allah'a ibadetle meşgul edin; yaşadığınız günleri ganimet sayın; kıyamet gününde sizi azaptan kurtaracak şeyler için çaba gösterin.
Şüphesiz bu yol, en az tehlikeli, mazerete en yakın, kurtuluş için en ümitli yoldur. Allah ve itaatini farz kıldığı kimselerin emirlerini her emre karşı tercih edin.
Tağut ve ona uyanlara itaat etmeyin. Dünyanın maddi, çekici lezzet ve güzelliklerinden dolayı tağut ve ona uyanların emrini Allah'ın emrine tercih etmeyin.[18]
İnsanın fikir ve inanç tarihi araştırıldığında hakka karşı cephe açan, muhalif gurupların ilahi dinlerle mücadele etmek için, yalanlamak, küçümsemek ve alay etmek gibi çeşitli metotlara başvurdukları görülür. Bu karşıt güçler çoğunlukla dinin ilerlemesi sonucu, menfaatlerinin zarara uğrayacağını nazara alarak harekete geçmişlerdir.
Son asırlarda şeytani güçler kendilerini tarafsız ve ilim sever göstererek inkarcılık ve küfre dayalı fikir ve düşünceleri bilimsel görüş, çağdaşlaşma, ilerleme vb. isimlerle insanlara sunmaktadırlar.
Aldatıcı propaganda araçlarıyla kendi yöntem ve fikirlerine karşı çıkanların bilim ve kültüre karşı olduklarını, toplumu geri bırakmak istediklerini ileri sürmektedirler.
Hayret şu ki maddi bilimler ilerlediği derecede, ne yazık ki fikir ve düşünceler de o kadar zayıflamıştır. Dış görünüş itibariyle akıl ve mantık karşısında son derece saygılı olan kimseler,
derin ve kapsamlı bir düşüncesizlik içerisinde olduklarının farkında bile değiller. Birçokları hayvani isteklerden oluşan çağdaş bataklık içerisinde çırpınıp durmaktadırlar.
Tağuta tabi olan bilginlerin fikir adına sundukları kuruntu ve hayaller, çeşitli kılıklara giren şeytanlar tarafından yapılan propaganda, boş ve anlamsız şeyler hakkında yapılan tartışmalar,
spor vb. şeyleri araç ederek hayali yenilgi ve başarılarla kalabalık kitleleri meşgul etmek gibi yöntemler, insanları haktan uzak tutmak için girişilen teşebbüslerden bazılarıdır.
Bunu söz konusu etmedeki maksadımız, dine karşı çıkan fikir ve akımların hangi yol ve yönteme uyarsa uysun tağut cephesinde yer aldıklarını vurgulamak ve buna karşı Allah’a gerçek imanın, Ehli Beyt İmamlarının velayet ve önderliğini kabul etmek ve onlara gerçek anlamda uymakla gerçekleşebileceğini hatırlatmaktır.
Tağutla mücadelenin tek yolu da ilahi önderlerimizin bizleri hidayet etmek istedikleri yola dönmektir.
Tarih incelendiğinde, Ehli Beyt’in her amelden daha çok namaza önem verdikleri anlaşılır. Konunun açıklık kazanması için bazı örneklere işaret edeceğiz:
Hz. Ali ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin savaşının en çetin muharebe gecelerinden birinde Leylet’ul-Harır’de, savaşın, amansız şekilde sürmesine ve bizzat Hz. Ali aleyhisselam’ın da savaşa katılmasına ve şiddetle çatışmasına rağmen teheccüt namazını bile terk etmedi ve meydanda gece namazını kıldı..[19]
Yine Sıffin savaşında bir başka gün, İbn-i Abbas, Hz. Ali aleyhisselam’ın meydanın ortasında bir yandan savaşırken ara sıra göğe baktığını gördü; İmam’a yaklaşarak ne yapıyorsunuz? dedi.
İmam ‘güneşe bakıyorum ki, öğle olduysa namaz kılayım’ dedi. İbn-i Abbas şaşkınlıkla “Acaba savaşın bu kızgın zamanı namaz kılmak olur mu?! Muharebe, namaz kılmamıza engeldir” dedi. Ama İmam Ali (Allah’ın selamı ona olsun) “Biz sadece namaz için onlarla savaşıyoruz” dedi...”[20]
Kerbela’da Hz. Hüseyin (Allah’ın selamı ona olsun) ile Yezid’in ordusu karşı karşıya gelmişti; Aşura gününün öğle vaktiydi. O gün sabah erkenden Kerbela kahramanları,
düşmanın kalabalık ordusuna ve kendi sayılarının az oluşuna bakmayarak, en zor şartlarda bile mümin kimsenin hak ve İslam yolunda her türlü fedakarlığa hazır olması ve
Allah yolunda her şeyini vermekten çekinmemesi gerektiğini göstermek için eşsiz bir yiğitlik destanı sergiliyorlardı. Bazıları şahadet şerbetini içmiş ve geri kalanlar da Hz. Hüseyin ile birlikte tüm varlıklarıyla düşmana karşı savaşmaktaydılar. İmam’ın ordusundan olan Ebu Semame Seydavi Hz. Hüseyin’e yaklaşarak şöyle dedi:
“Canım sana feda olsun! Düşmanlar bize yaklaşmış bulunuyorlar; ama ben şehit olmadan onlar sana dokunamazlar; seni şehit edemezler. Allah’a kavuşmadan önce öğle namazımı seninle kılmak istiyorum” dedi.
İmam, başını kaldırıp göğe baktı ve “Namazı hatırlattın; Allah seni namaz kılanlardan etsin. Evet, şimdi namaz vaktidir; düşmandan namaz için muharebeye ara verilmesini isteyin” dedi.
Düşman bu isteği kabul etmedi. Buna rağmen, İmam (Allah’ın selamı ona olsun) henüz şehit düşmemiş olan ashabıyla İslam’da muharebe vakti için belirlenen şekilde namazlarını kılmaya başladılar.
Bu halde İmamı korumak için ashaptan bir grup, düşmanın önünde durup kendi canlarını siper ettiler. İmam ve ashabı namazlarını bitirdiklerinde önde durup canlarını siper eden vefalı ashaptan bazıları aldıkları ok yaralarıyla yere serilip şehadete erişmişlerdi.”[21]
Zalim Abbasi Halifesi Me’mun bir plan çerçevesinde birkaç defa İslam aleminde o güne kadar eşine rastlanmayan toplantılar düzenlemiş ve birçok mezhep ve dinlerin büyük bilginlerini bir araya
getirerek İmam Rıza aleyhisselam ile tartışmalarını kararlaştırmıştı; onun gayesi bu yolla İmam’da ilim yönünden bir eksiklik yakalayıp İmam’ın manevi ve ilmi makamına gölge düşürmekti.
Ama İmam Rıza (Allah’ın selamı ona olsun) Allah’ın verdiği vehbi ilimle o toplantıya davet edilen bilginlerin tüm sorularına cevap vererek hepsini delillerle ikna edip susturmuştur.
Tarihte nakledildiğine göre, bu toplantılardan biri esnasında, İmam Rıza (Allah’ın selamı ona olsun) namaz vakti olunca Memun’a yönelerek ‘Namaz vakti olmuştur’ dedi ve namaz için toplantıya ara verilmesini istedi; bu sırada büyük bir bilgin olan İmran, İmam ile konuşmaktaydı.
İmran, İmam’a “benim cevabımı yarıda bırakma; kalbim yumuşamıştır ve senin sözlerini kabul etmeye hazırlıklıyım” diyerek ricada bulundu, ama İmam bu isteği kabul etmedi ve namaz kılıp geri dönerim” diye karşılık verdi ve sonra namaz için ayağa kalktı.[22]
İmam Sadık, dört gün sabahtan öğleye kadar öğrencilerinden biri olan Mufazzal’e tevhit hakkında özel olarak ders veriyordu. Ama namaz vakti olur olmaz derse ara veriyor ve namaz kılıyordu.[23]
İmam Cafer Sadık (Allah’ın selamı ona olsun) vefat zamanı yaklaşınca tüm akraba ve yakınlarını çağırarak onlara şöyle demiştir:
“Bizim şefaatimiz, (Biz Ehli Beyt’in şefaati) namaza önem vermeyen kimseye ulaşmaz.”[24]
Yine buyurmuştur ki:
“Hesap anında her şeyden önce, kul namaz yönünden hesaba çekilir; eğer namazı kabul olursa, diğer amalleri de kabul olur; eğer namazı reddedilirse, diğer amelleri de reddedilir.”[25]
Hz. Ali (Allah’ın selamı ona olsun) okuduğu bir duada şöyle diyor:
“Allah’ım ben sana cehennemin azabının korkusundan veya cennete olan özentiden ibadet etmiyorum. Seni kulluk edilmeye ve ibadet olunmaya layık bulmuşum; sana bu yüzden ibadet ediyorum.[26]
Şimdi burada şöyle bir soru ile karşılaşıyoruz: Acaba Ehli Beyt neden namaza bu kadar önem vermiş; ve kendi dostlarını namaza her şeyden daha çok önem vermeye teşvik etmişler.
Namazın insan hayatındaki yeri nedir? Namaz insanın hangi sorununu çözüyor? Ve esasen namaz kılmanın felsefesi nedir? Şimdi bu sorulara kısaca cevap vermeye çalışalım.
Her insan, hayatın coşkun denizinde, özellikle zorluk ve sıkıntı anlarında, kendi ıstırap ve kaygılarını yatıştırmak için sağlam bir manevi sığınağa ihtiyaç duymaktadır. Bu sığınak ise, Allah’ı anmaktan başka bir şey olamaz.
Namaz, kul ile Yüce Allah arasında sürekli bir irtibat vesilesidir. Hayatın zorluklarında şaşkınlığa uğramış insan, sadece Allah’a yönelmekle huzura kavuşabilir ve namaz insanın Allah’a yönelmesini,
O’na bağlanmasını sağlar. Zayıf ve güçsüz insanın, güçlü ve kadir olan Allah Teala ile bu manevi ilişkisi, hayatın inişli çıkışlı yolunda, çeşitli zorluklar karşısında insana güç verir ve onu ıstıraplardan kurtarır.
“...Bilin ki, ancak Allah’ı anmakla kalpler güvene kavuşur.”[27]
Yüce Allah’ın bizim ibadetimize hiçbir ihtiyacı yoktur; ama bizler, Allah’a ve onunla ilişki vesilesi olan ibadet ve namaza muhtacız.
Namaz kılan bir mümin, her gece ve gündüz, beş defa bütün varlığıyla Allah’a yönelmekte ve O’nu anmaktadır.
Bir pusulanın denizdeki gemiyi, hedefe doğru kılavuzluk etmesi gibi namaz da mümini, sürekli olarak, en yüce hedef olan Allah’a kavuşmaya doğru kılavuzluk etmekte ve onu yanlış yollara sapmaktan korumaktadır.
Resulullah (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehli Beyt’in’e olsun) şöyle buyuruyor:
“Mümin namaza başladığında, Allah Teala, namazı bitirinceye kadar lütuf ve merhamet ile ona bakar ve o ilahi merhamet gölgesinde yer alır; onun etrafını göğün ufuklarına kadar melekler sarar ve
Yüce Allah bir meleği onun baş ucunda durup şöyle demekle görevlendirir: Ey namaz kılan! Eğer kimin sana baktığını ve kiminle raz-u niyaz ettiğini bilseydin, asla bu yerinden ayrılmazdın ve başka bir şeye ilgi göstermezdin.”[28]
İmam Cafer Sadık’a (Allah’ın selamı ona olsun) Yüce Allah’a en güzel yakınlaşmak vesilesi nedir diye sorulunca “Allah’ı tanımaktan sonra Allah’a yakın olmak için namazdan daha önemli bir şey olduğunu bilmiyorum” demiştir.[29]
Namazın en önemli sonuçlarından biri, insanı kötülüklerden korumasıdır. Allah Teala buyuruyor ki
“...Namazı hakkınca kılın. Gerçekten namaz (insanı) kötülüklerden sakındırır...”[30]
Namaz doğru şekilde kılınırsa, insana ruhi yönden öyle bir aydınlık ve güç kazandırır ki, insan kendi iradesiyle iyi işlere daha fazla önem vermeye başlar ve kötülüklerden kaçınır.
Ama namaz kılmayan bir kimsede böyle bir ruhi hazırlık ve güç bulunmaz. Bu yüzden namaz kılmayan birisinin kötülüklerden kendi iradesini kullanarak kopması ve iyiliklere yönelmesi kolay değildir.
Namaz mümin kimsenin doğruluk ve takvasının artmasına sebep olur. Namazı kılmamak ise kişinin kalbinin kararmasına ve daha fazla günaha yönelmesine ve nihayet kurtuluş yollarının yüzüne kapanarak cehennemlik olmasına sebep olur.
Elbette namazın insanı kötülüklerden korumasının değişik aşamaları vardır ve bu namaz kılanın iman derecesine, namazda gerçek manada Allah’a yönelişine bağlı olarak değişmektedir.
Namazı, kural ve adabını riayet ederek tam olarak yerine getirmek, insanın yüce ilahi makamlara ve insani erdemlere erişmesinde büyük bir rol oynar; birey ve toplum olarak insanın sağlıklı bir hayata kavuşmasına yardımcı olur.
Namaz kılan kimse, gasp olan bir elbiseyle ve gasp olan bir yerde namazın geçersiz ve batıl olduğunu bildiği için, hatta abdest ve gusül almak için kullanılan suyun bile temiz ve
helal olmasının şart olduğunu göz önüne alarak başkalarının hakkına riayet etmeye, onların malına el uzatmamaya ve sürekli olarak gasp olan bir şeyden sakınmaya dini bir görev olarak özen gösterir.
Namazları belirlenen vakitlerinde ve şartlarını emir olunduğu gibi yerine getirmek, namaz kılanı sürekli olarak düzenli olmaya ve işlerinde ihmalkarlık ve başıboşluktan uzak olmaya alıştırır.
Yüce Allah huzurunda boyun eğme ve onun verdiği nimetleri anmak gayesini taşıyan namaz, kişinin mütevazı ve başkalarının iyiliği karşısında duyarlı olmasına ve tekebbür, çekemezlik, bencillik ve diğer kötü huylardan uzak olmasına sebep olur.
Hz. Fatıma (Allah’ın selamı ona olsun) şöyle buyurmuştur:
“Allah, imanı sizler için şirkten temizlenme ve namazı kibirden korunma vesilesi kılmıştır.” [31]
Namaz kılan bir kimse, namazının Allah katında kabul olması için diğer davranışlarını da düzeltmeye çalışır. Çünkü namazının kabul olmadığı takdirde -Hz. Ali’nin (Allah’ın selamı ona olsun) buyurduğu gibi- insanın diğer amellerinin de bir değeri kalmaz.[32]
Peygamber (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehli Beyt’in’e olsun) bir gün ashabına:
“Eğer sizlerden birinin evinin önünden bir nehir geçer ve o adam günde beş defa o nehirde yıkanırsa, acaba onun bedeninde kir kalır mı?” diye sordular. Onlar: “Hayır” dediler.
Peygamber (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehli Beyt’in’e olsun): “Namaz da, sürekli akan bir nehir gibidir; insan namaz kıldıkça, namaz onu günahlardan temizler” diye buyurdular.
Sekizinci İmamımız Rıza (Allah’ın selamı ona olsun) namazın farz oluş hikmetini açıklarken şöyle buyurmuştur:
“Namaz, kulun kendi Mevla ve yaratıcısını unutmayarak kendi haddini aşmaması için gece-gündüz Allah Teala’yı anmasını sağlar. Allah’ı hatırlamak ve O’nun huzurunda ibadet için kalkmak, insanın günaha düşmesine engel olur ve çeşitli fesatlardan uzaklaşmasını sağlar.”[33]
Namaz, Yüce Allah’a karşı şükür etmektir. Allah’ın bize verdiği nimetleri saymak mümkün değildir; bu nimetler karşısında namaz küçük bir teşekkür mesabesindedir.
Dördüncü Masum İmam Zeyn’ul Abidin (Allah’ın selamı ona olsun) şöyle naklediyor:
“Büyükbabam Resulullah (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehli Beyt’in’e olsun), çok ibadet eder ve namaz kılardı; namaz için ayakta durmaktan ayakları şişmişti.
Kendisine; “Senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını Allah Teala, bağışlamış olmasına rağmen[34] neden bu kadar kendini zorluğa düşürüyorsun?” denilince, Resulullah; “Acaba ben şükür eden bir kul olmayayım mı?” diye cevap verdi.[35]
Allah ibadet ve kulluğa layıktır.
Elbette namazdaki asıl gaye, insanın ruh temizliğini sağlamaktır. Fakat bu manevi temizliğin yanı sıra namazın abdest, gusül, vücut ve elbisenin temiz olması gibi şartlarına baktığımızda namazın insanın dış temizliğinde de önemli bir etkisi olduğu ve böylece insanın sağlığını korumada da önemli derece de rol oynadığı ortaya çıkar.
Günde beş defa, Allah’ın huzurunda durarak O’ndan başka her mabuttan yüz çeviren, İslam ve tevhit inancının doğuş yeri olan Ka’be’ye yönelen, ruhunu doğru niyetle temizleyen,
mabuduna hitaben ilk sözü tekbir getirmek olan, böylece Allah’ın her nitelendirmeden daha üstün olduğunu her namazın başında tekrarlayan, en azından günde on defa Fatiha suresini okuyarak Allah’ı övgüyle anan ve gerçek övgünün O’na layık olduğunu ifade eden bir kimsenin nazarında artık maddi güçlerin bir değer ve ağırlık taşıması mümkün olamaz.
Bu şekilde namaz kılan kimse artık ilahi ve insani hedefler uğruna çaba gösterirken hiçbir güç ve engelden de korkmaz. İşlerini sadece Allah için yapar ve her türlü şirk ve yağcılıktan uzak olur.
İşte bu gibi sebepler yüzünden namaz kılmaya Ehli Beyt çok önem vermiş, kendi Şia ve dostlarına yaptıkları tavsiyeleri arasında özellikle namaza dikkat etmelerini hatırlatmışlardır.
Bu yüzden de namazı terk etmek büyük bir günahtır, insanın dinden uzaklaşmasına ve cehennem azabına duçar olmasına sebep olur.
Allah Teala, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: Ahirette bazı suçlulara şöyle sorarlar: “Sizi cehenneme düşüren nedir? Onlar şöyle derler: ‘Biz namaz kılanlardan değildik...”[36]
Yeni yorum ekle