ERENLER_3

Editörden

Ramazan bayramı arifesindeyiz. Bayram günleri, insanların her türlü hüznü, kederi, kin ve nefreti bir kenara bırakıp sevinci, coşkuyu ve kardeşliği paylaştığı tatlı günlerdir. Öyle ki insanın, içinden keşke yılın üç yüz altmış beş günü de bayram olsaydı diyesi gelir.

Sahiden keşke yılın her günü bayram olsaydı da insanlar arasında kinden, nefretten bir eser kalmasaydı. Keşke her gün bayram olsaydı da hep kardeşlik, hep sevgi olsaydı. Keşke her gün bayram olsaydı da küskünlükler, dargınlıklar tümden unutulup gitseydi.

Bayramlar milli olduğu gibi dini de olabilir. Açıktır ki, ister milli olsun ister dini, olur olmaz gerekçelerle her hangi bir gün bayram ilan edilemez. Bir günün bayram kabul edilebilmesi için, o günde ulus veya din adına önemli bir olayın vaki olması ve önemli bir kazancın elde edilmesi şarttır.

Milli bayramlar bir ulusun, bir milletin kendi ulus ve milleti adına kazanmış olduğu önemli bir başarıyı simgelerken, dini bayramlar da din adına elde edilen önemli bir kazancı simgelemektedir.

Ramazan bayramı, İslam dinin ortaya koyduğu iki önemli bayramdan biridir. Bütün İslam toplumu bu bayramı coşkulu bir şekilde kutlamaktadır. İslam toplumunun bir parçası, hatta öz parçası olarak biz Ehl-i Beyt muhiplerinin de böylesi bir kutsal bayramı önemsememesi veya İslam toplumunun yaşadığı bu coşkuyu paylaşmaması düşünülemez, aksine bizler bu coşkuyu en üst seviyede paylaşmalıyız, zaten bunda bir kuşku da söz konusu değildir.

Ancak önemli olan, bayramların manasını idrak etmek ve zahiri anlamda bir bayram yapmakla kalmayıp, bu önemli günleri hakiki anlamıyla yaşamaktır. Bunun için de bayram günlerinin hangi gerekçe ve manaya binaen kutlandığının farkında olmak ve bu anlam ve gerekçeye binaen bayram yapmak gerekir. Örneğin, esaret altına girerek istiklaliyetini kaybetmiş bir millettin kurtuluş gününü bayram olarak kutlamasının bir anlamı yoktur.

Dini bayramlar da böyledir. Eğer her hangi bir dinde bir gün bayram ilan edilmişse, bu, bir mana ve gerekçeye binaen yapılmıştır. Eğer o günde, o din mensuplarının arasında bu mana ve gerekçeden bir eser yoksa, artık o günün şeklen kutlanması hiçbir anlam taşımamaktadır.

Ramazan bayramını bu açıdan ele aldığımızda, İslam dininin bu günü bayram olarak telakki etmesinin altında zorlu bir mücadele sonucu elde edilen başarının kutlanmasının yattığını görmekteyiz. İslam dini inananları,

Ramazan ayı süresince nefislerinin zahiri ve batıni isteklerine karşı mukavemet etmeye ve onu kendinden daha üstün olan aklın ölçülerine boyun eğdirmeye davet etmiş, bu davete icabet edip de bu süre zarfında nefisleriyle mücadele edenler için ise bir sonraki ayın ilk gününü elde edilen başarının kutlanması için bayram ilan etmiştir.

Nefsin zahiri isteklerinin başında yemek, içmek, cinsel tatmin isteği gelmektedir. İslam dini, Ramazan ayı süresince günün başlangıcı olan şafak vaktinden akşam vaktine kadar inananları, nefsin bu isteklerine karşı sakınmakla yükümlü kılarken, insanın, bu istekler karşısında kayıtsız şartsız teslim olan hayvan türünden bir canlı olmadığını, aksine insanda akıl denen bir cevherin de var olduğu ve bu değerli cevhere sahip olan insanın dilediğinde nefsin bu isteklerine mukavemet edebileceği gerçeğini ortaya koymaktadır.

Ancak İslam dininin Ramazan’la ilgili beyanlarına baktığımızda, bu nefsi isteklere karşı direniş emrini, sırf insanın irade gücünü ortaya koymak için de vermediğini, bu emrin ardında insan için zorunlu olan bir takım sırların ve hikmetlerin de yattığını görmekteyiz. Bir kere nefsinin zahiri isteklerini kontrol altına alan bir insan, bu sayede onun batınî isteklerini de zorlanmadan kontrol altına alabilir. Nefsini, zahiri ve batınî açıdan kontrol edip akıl ölçülerine boyun eğdiren bir insan da insan-ı kamil olup hikmet sahibi sayılır.

Hikmet ise, insanın sahip olabileceği en üstün değerdir. Allah Teala’nın “Hikmeti istediğine verir, kime de hikmet verilmişse, muhakkak ona büyük bir hayır verilmiştir” buruğu bu manaya işaret etmektedir. Oruç tutarak nefse karşı direnme ise bu değere ulaşmak için en etkili yoldur. Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan Ramazan orucu hakkında gelen; orucun, insanda sukuta ve sukutun da hikmete vesile olduğuna dair açıklamalar bu sırrı vurgulamaktadır. Karşılığında, mide ve şehvet esirlerinin -suret bakımından insan görüntüsü arz etseler bile- siret bakımından hayvan, hatta hayvandan daha aşağı oldukları bizzat Allah’ın kutsal kitabında yer almıştır.

Demek ki, aslında Ramazan bayramı, mide ve şehvetlerinin esiri olan hayvan siretlilerin değil, mide ve şehvetleri de dahil olmak üzere bütün nefsi isteklerini kontrol altına alabilen hem suret hem de siret bakımından insan olanların bayramıdır. Hz. İmam Hasan (a.s)’ın Ramazan bayramı günü karşılaştığı lâubalî davranışlar sergileyen bir gruba:

“Allah Ramazan ayını kulları için yarış meydanı kılmıştır, onda O’nun rızasını kazanmak için yarışırlar. Bir kısmı bu yarışta öne geçip saadete ererken, bir kısmı geri kalıp zarara uğrar. İhsan ehlinin saadete ulaştığı, batıl ehlinin ise zarara uğradığı bir günde laubalilik yapanların durumu ne de ilginçtir! Andolsun Allah’a eğer perde kalksaydı, bu günde ihsan ehlinin ihsanlarının mükafatına, kötülük yapanların da kötülüklerinin karşılığına kavuştuklarını görürdünüz” şeklinde uyarıda bulunması da bu manaya işaret etmektedir.

Nitekim Ramazan ayının ulu şehidi Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) da asıl bayram günün Allah’a isyan edilmeyen gün olduğunu belirterek; “Allah’a isyan edilmeyen her gün bayramdır” buyurmuşlardır.

Sözümüzü burada noktalarken Erenler dergisi olarak başta Ehl-i Beyt dostları olmak üzere bütün İslam aleminin mübarek Ramazan bayramını kutlar, cümlemize Hz. Ali (a.s)’ın buyurduğu hakiki bayramlara ulaşmayı cenabı Allah’tan niyaz ederiz.

Düşünce

İnsan Hakları
Cevad Engin
Tevhidî Bakış

Hiçbir ilahi mektebin insan haklarını görmezlikten geldiği, onun varlığı ve ispatı hakkında kayıtsız kaldığı düşünülemez. Bu yüzden ilahi bir düşünürün nazarında, insan haklarının varlığı da ispatı da, onun tevhidi dünya görüşüyle tamamen ilişki içerisindedir.

Konuyu, tevhidi dünya görüşü açısından ele aldığımızda görüyoruz ki, ilahi bir düşünürün nazarında, insan haklarının edimsel (faili) nedeni, madde ve tabiattan münezzeh olan Allah Teala olduğu gibi, onun ereksel (gai) nedeni de, zaman, mekan ve her türlü maddi kayıttan arınmış olan yüce yaratıcıya yaklaşmaktır.

Dolayısıyla, mevzu bu açıdan irdelendiğinde her ne kadar bir açıdan bazılarının, adaletin uygulanmasının insan haklarının temelini oluşturduğuna dair görüşleri, bazılarının da bunun insan haklarının hedefi sayıldığına dair görüşleri kısmen doğru olsa da, her iki görüş de tam anlamıyla doğru sayılmamaktadır.

Çünkü, ilahi dünya görüşünde adaletin uygulanması da dahil olmak üzere, hem birey hem de toplum haklarının gerçekleştirilmesinin nihaî hedefi, insanın likaullah makamına ulaşmasıdır.

Zira Kur'an-ı Kerim, adalete önem vermekle birlikte, adiller ve adaleti uygulayanların, bu seçkin özellikleri sayesinde, yüce bir makam olan nuraniyet makamına erişebileceklerini açıklamıştır. Bu mevzu, peygamberlerin gönderiliş ve ilahi kitapların iniş hedefinin, insanların adaleti ayakta tutmaları olduğunu bildiren Hadid Suresinin; "Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye,

onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik"[1] ayetiyle, Kur'an'ın iniş sebebinin, insanları aydınlığa kavuşturmak olduğunu açıklayan İbrahim Suresinin; "Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, o güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik" [2]ayetini bir arada mütalaa ettiğimizde açıkça ortaya çıkmaktadır.

Çünkü insan-ı kamilin nurlu (aydınlık) mevkii, tabiat ve misal aleminin üstün gerçeklerini, ilmi ve aynî müşahede yollarıyla müşahede edebilmektir. Bu konu, kendisinde imanın hakikatini hissettiğini söyleyen Herise bin Malik’in, Allah Resulü’nün: “İmanının hakikati nedir?” sorusuna: “...Ben sanki cennet ehlinin cennette birbirlerini ziyaret etmelerini görmekte ve sanki cehennem ehlinin de bağırışlarını şu kulaklarımla duymaktayım

diye verdiği cevaptan [3] ve İmam Ali (a.s)’ın: "Onların gözünde yaratan öylesine yücelmiştir ki, O'nun dışındaki her şey küçülmüştür. Sanki cenneti görmekteler; orada nimetler elde etmekteler. Sanki cehennemi görmekteler, orada azaba uğramaktalar.” [4] muttakilerin sıfatını beyan eden nurlu sözlerinden anlaşılmaktadır.

Bu üstün hedefin gerekliliği ise, bil-araz (ilinti) olan her şeyin zatî olana ulaşmasının gerekliğinden kaynaklanmaktadır. Bu ilke gereğince, edimsel (faili) nedenler zincirinde bil-araz olan nedenlerin, Allah Teala'dan ibaret olan zatî nedene ulaşması gerektiği gibi, bil-araz hedeflerin de, zatî hedefe ulaşması gerekir ki, o da yine Allah Teala'dır.

Dolayısıyla insanın işlerinin hedefleri, likaullaha ulaşmadığı müddetçe orta hedef sayılır, son hedef değil. İster istemez böyle bir hedef de zatî değil, ancak bil-araz hedef olabilir. İşte buradan İslam açısından insan haklarının asıl hedefi ortaya çıkmakta ve onun da likaullah olduğu anlaşılmaktadır.
Tabiatla Fıtrat Arasındaki Fark

Fıtrat, genel bir manayla açarak yaratma anlamını ifade edip tabiatı da kapsamına almaktadır. Bu açıdan tabii varlıklar da Allah'ın fıtratı(yaratığı)dırlar; çünkü Allah Teala'nın yaratıcılığı, sadece soyut varlıkların yaratılışıyla sınırlı olmayıp, somut (maddî) varlıklar da Allah’ın yaratmasıyla var olan varlıklardır.

Bu mana; "Hamd, gökleri ve yeri açan (yaratan) … Allah'a mahsustur...”[5] ayetinden açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü Kur’an’da "gökler ve yerler" kelimeleri geçtiği halde onlarda olan şeylerin zikredilmediği yerlerde, onlarda olanlar da "gökler ve yerler" kelimelerinin kapsamı içerisine girerler. Dolayısıyla bu ayet,

soyut varlıklar olan manevi anlamdaki gökyüzü ve gökyüzünde olan bütün varlıkları; yine somut (maddî) varlıklar olan yeryüzü ve yeryüzündeki bütün varlıkları, Allah Teala'nın yarattığını beyan etmektedir.

Ancak "fıtrat", özel anlamıyla "tabiat" kelimesinin karşısında yer alır; yani meselâ maddî beden ve soyut ruhtan oluşan insanda, tabiat onun maddî bedeniyle, fıtrat ise onun soyut ruhuyla ilgilidir.

Çünkü insanda, ilim ve idrakin kaynağı olan, tabiat ötesini anlayan, gaybî varlıkları melekûtî gözüyle gören, melekût aleminde Rabbıyla sözleşme yapan, Allah Teala'nın rububiyetini ikrar edip O’nun kulu olduğunu itiraf eden şey, insanın soyut ruhudur. Zürriyet sözleşmesi ayeti de bunun şahididir.[6]

Fakat burada şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar insan tabii beden ve tabiat ötesi ruhtan oluşmuşsa da, bu bileşik varlıkta temel olan soyut ruhtur; bedeni yönetmek de işte bu soyut ruhun görevidir. Bu yüzden insan haklarını belirlemek, bu iki boyuttan oluşan gerçeği tam anlamıyla tanımaya ve bu bileşik varlıkta asıl temel olan boyutun insanın soyut ruhu olduğunu kavramaya bağlıdır.

İnsan haklarını bu iki bakış açısından incelemek gerekir. İnsanın ne gibi haklara sahip olduğunu doğru kavrayabilmek için, hem onun tabiatını göz önünde bulundurmalıyız, hem de onun varlığında asıl ve temel olan fıtratını (ruhunu).

İnsan gerçeğinin değerlendirilmesinde eğer onu tabiat duvarıyla sınırlandıracak olursak, onun gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş oluruz. Keza, eğer insan gerçeğinin tabiatıyla fıtratını eşit olarak görecek olursak, bu durumda da asıl olmayan şeyi, asıl ve temel olan ile eş değer olarak görmüş oluruz.

Bedenin tabiatını, ruhun fıtratından öne geçirdiğimizde de ayrıntıyı temelin yerine geçirmiş ve asıl olanı öncülükten almış, insanın derisini ters çevirerek insana giydirmiş, baş tarafı aşağı ve aşağı tarafı da başa geçirmiş oluruz. Bu durumda insan gerçeği yok olup gider. Nitekim İslam’ı tahrife uğratan bir grup hakkında Emiru’l-Müminin Hz. Ali (a.s), "İslam ters giyilen elbiseye döner" demiştir. [7]

Yukarıdaki noktayı göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, eğer bir kemse, kendine has terimsel kullanımıyla tabiatı, fıtratı da kapsayan geniş bir anlamında kullanır ve tabii haklardan, fıtrî hakları da içeren bir mana istifade ederse, bunun bir sakıncası yoktur; çünkü terim konusu tartışılmaz, herkes kendine has bir terim icat edebilir.

Ancak eğer biri, insan gerçeğini, onun tabiatıyla (maddî yönüyle) özdeş bilerek insanın madde dışında bir gerçeğe sahip olmadığını savunursa, insanlık gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş olur. Böyle bir görüşün de insan haklarını doğru olarak belirleyemeyeceği ortadadır. Çünkü insan haklarının düzenlenmesi, onun haklarının felsefesinin gerçekleşmesinden sonradır. İnsan gerçeğini hakkıyla tanımayan bir hukukçunun ise onun haklarını doğru olarak tespit edip düzenleyemeyeceği açıktır.

Her Varlığın Niteliği Kendine Bağımlıdır

Her vasıf meydana gelişinde sahibine bağımlı olduğundan, varlık niteliğinin bütün boyutlarında da ona bağımlıdır. Buna binaen, eğer bir varlık zatı itibariyle sınırsız olursa, onun -edimsel niteliği (fiil vasfı) faraza sınırlı olsa bile - özsel (zatî) vasfı da zatı gibi sınırsız olmalıdır. Fakat eğer vasfedilen varlığın kendisi sınırlı olursa,

bu durumda ister fiil sıfatı, ister zat sıfatı olsun onun bütün sıfatları sınırlı olmak zorundadır. Bu açıdan insanı ele aldığımızda onun varlığının özü sınırlı olduğuna göre, hem hayat, ilim, kudret ve irade gibi kemalî (özsel) sıfatları, hem de özgürlük gibi edimsel sıfatları sınırlı olmak zorundadır.

Yani insanın varlığı sınırlı olduğu halde onun sıfatlarından biri sayılan ve gerçekleşmesinde onun varlığına bağımlı olan özgürlüğünün sınırsız olması mümkün değildir, tam aksine kayıtlı ve sınırlıdır.
İnsanın Özgürlüğünün Sınırını Belirleyen Merci

İnsanın özgürlük sıfatının sınırlı olmasının gerekliliğini açıkladıktan sonra sıra; inanç, ahlak, hukuk ve davranış gibi insanın çeşitli boyutlarında özgürlüğünün sınırını belirleyen etmenin ne olduğunu açıklamaya gelmiştir.

Bu sorunun en mantıklı cevabı şu olabilir: İnsanın özgürlüğünü sınırlandıran tek etmen onun varlığını sınırlandıran etmen olmalıdır. Yani insanın özgürlüğünün sınırını belirleyen tek merci, ona sınırlı bir varlık veren Yaratıcısı olmalıdır. Çünkü Yaratıcısının dışında hiçbir kimsenin ne onun mahiyetinden ne de onun varlığının sınırından doğru dürüst bilgisi olmayacağı açıktır.

Dolayısıyla, insanın özgürlüğünü sınırlama yetkisine sahip olan tek merci, ona sınırlı bir varlık veren ve her şeyi belli bir ölçüyle yaratan Allah Teala'dan gayrisi olamaz. "Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir ölçü ile yarattık."[8] Kendisini her türlü kayıttan uzak bilen kimse, kafasında sınırlı bir mevsuf için sınırsız bir vasıf tasarladığını ve sürekli kul olması gereken bir varlık için rububiyet iddiasında bulunduğunu bilmelidir.

Eğer konunun felsefi yönünü oluşturan, sınırlı bir varlığın sıfatının da sınırlı olmak zorunda olduğu ve bir vasfı sınırlandıran etmenin, o vasfın mevsufunu sınırlandıran etmen olması gerektiği gerçeğini kavrarsak, bu durumda azgın olan tabiatla, kulluk, huzu ve huşu içerisinde Hakk’a teslim olan fıtrat arasında bir farklılık ve çelişki gözlersek, hiç bir zaman insanı özgürlüğün sahibi bilemeyecek, aksine onu özgürlük ve hürriyetin emini bulacağız.

binaenaleyh, hukukun en güzel çehrelerinden olan özgürlük, insanın şahsına ait mülkü değil, aksine Allah'ın ona vermiş olduğu bir emanettir. Dolayısıyla insan onu korumada kusur etmeme ve onu kendi reyine göre yorumlamamakla yükümlüdür. Heveslerine uyarak onu tahrif etmemeli ve kendi isteğine göre onu değiştirmeye çalışmamalıdır;

çünkü Allah'ın sünneti görüşe göre yorumlama, tahrif ve her türlü değiştirmeden korunmuştur. Sonuç olarak özgürlük, insanın mülkü değil de, ona verilen ilahi bir emanet olduğundan, hiç kimse kendisini satamaz; kendisini diğerlerinin kulu, kölesi edemez. Yani insan kendi özgürlüğünü kul ve köleliğe dönüştüremez. Nitekim insanın hayatı da Allah'ın ona verdiği bir emanettir. Dolayısıyla hiçbir kimse intihar ederek onu yok edemez; aksi taktirde kendisine verilen hayat emanetine ihanet etmiş olur.

[1] - Hadid/25.

[2] - İbrahim/1.

[3] - Usul-i Kafi, c.2, s.54, Hakikatü’l-Iman ve’l-Yakin, h. no:3.

[4] - Nehcü’l-Belaga, 193. hutbeden.

[5] - Fatir/1.

[6] - Â’raf/172. -“Hani, Rabbin Ademogullarinin sirtlarindan zürriyetlerini alip, onlari kendilerine şahit kilarak: “Ben Rabbiniz degil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu), kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik,” dememeniz içindir.”

[7] -Nehcü’l-Belaga, 108.

[8] - Kamer/49.

Aleviliği Anlamak
Serkan ÖZTÜRK

Geçtiğimiz yüzyılı bir kargaşa asrı olarak geride bıraktık, ama geçtiğimiz asrın tüm kargaşaları bu yüzyıla da taştı. Hele şu kavram kargaşası yok mu, en beteri, en iflâh olmazı, en baş ağrıtanı ve en kötüsü de işte o. İşin daha kötü tarafı, bu kavram kargaşasının kasıtlı olarak yapılması, yani bu işten açık rant sağlayan insanların eliyle yapılıyor olması. Evet, konumuz Alevîlik ve üzerinde duracağımız konu da, doğal olarak Alevîlik etrafında yapılan kavram kargaşaları.

Bilinen şeyleri tekrarlamak istemiyorum ama, Alevîlik yüzyıllar boyunca gizli yaşamış, daha doğrusu gizli yaşamak zorunda bırakılmış bir inançtır. Artık her düşünsel, dinsel, ideolojik, siyasal vs. grubun kimlik sahibi olduğu bir dünyada, Alevîlerin de kendi kimliklerini ortaya koymalarını ve kendilerini ifade etmelerini doğal karşılamak gerek.

Ama bu yapılırken de, Alevîliği doğru anlamak ve doğru aktarmak da zarurî. Çünkü Alevîlik hâlâ büyük ölçüde bir sır, bir kara kutu ve bir bilinmez. İnsanlar, hele bilmeyenler Alevîlik hakkında her söylenene inanmaya hazır.

Geride bıraktığımız yakın tarih, özellikle son yirmi yıl, Alevî kökenli insanların kendi aslını ve öz değerlerini aradığı ve bu uğurda birçok fedakârlığa katlandığı bir zaman dilimi.

Düşünün bir kere, Alevî dedelerinin sakallarını kesen, cem evlerini yıkan ve Alevîliği gericilik olarak yaftalayan arsız ve kafasız bir neslin ardından, insanlar Alevîliklerini yeniden keşfediyorlar; dernekler vakıflar kuruyorlar; dergiler, gazeteler yayınlıyorlar; kitaplar, broşürler basıyorlar. Bunların hepsini doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirmek gerekiyor.

Bunların hepsi güzel gelişmeler, ama burada azamî derecede dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü insanlar iyi niyetle kendi kökenlerini ve değerlerini araştırmaya koyulurken, bazıları suyu kasten bulandırıyor. Bazıları ise hadlerini aşarak Alevîlik hakkında ileri geri iddialarda bulunuyor. Alevîliğin İslâm dışı bir inanç olduğundan tutun da,

Alisiz Alevîlik projesine kadar; Alevî edebiyatında yer alan şahsiyetlerin Allah’la ve dinsel inançlarla alay ettiğinden tutun da, Alevîlerin aslında Sünnî olduğuna veya Alevîlerin Hz. Ali’yi Allah bildiklerine kadar ne idüğü belirsiz iddialar ortaya atılıyor. Tabiîdir ki bunların bir kısmı kişilerin Alevîliğe olan cahilliklerinden, bilgisizliklerinden ve yerleşik yargılarından kaynaklanıyor.

Ama Allah aşkına, eline kalemi alıp ta yazı yazma gibi ciddî bir işe koyulan insan yazdığı şeylerin gerçekliğini bir araştırmaz mı? En azından bu bir sorumluluk değil midir? Hadi, Sünnîler diyelim ki, yüzyıllardır gelen yerleşik yargılarıyla ipe sapa gelmez zırıltılarla karşımıza çıkıyorlar, peki ya Alevî toplumunun içinden çıkmış, öz be öz Alevî evlâdı olduğunu iddia eden insanlara ne demeli? Onlar bu sorumluluğu hiç mi hissetmiyorlar?

Şimdi hep birlikte elimizi vicdanımıza koyalım ve hep beraber Dar-ı Mansur’a duralım. Acaba kendilerini Alevî aydını veya araştırmacı olarak afişe eden bu insanlar,

Alevî edebiyatındaki birkaç zahiri bakışla İslâm dışı görünen söylevleri görüyor -aslında bunlar İslâm dışı değil, ama onlar cahilliklerinden böyle sanıyorlar- ve bu bir iki mısra hakkında yüzlerce sayfa yazı yazıyorlar da, neden Allah inancının, peygamber inancının, Hz. Muhammed sevgisinin, ahiret inancının, cennetin, cehennemin, Kur’an’ın, melek inancının...

yer aldığı yüzlerce, belki binlerce şiiri görmüyorlar?! Neden birileri çıkıp da, bunların etrafında doğru dürüst birkaç satır yazmıyor? İşin kötü tarafı, halkımız bu eserlere köklerini öğrenmek amacıyla yöneliyor,

ama bilmiyorlar ki bu kitaplar, halkımızı aydınlatacağına, onları köklerine daha da yabancı kılıyor. Araştırmacı diye ortaya çıkan bu insanların yaptığı, bir dağın üzerini küçük bir bez parçası ile örtmeye veya insanları gökyüzünde ışıl ışıl parlayan güneşten kaçırıp kibrit çöpüyle aydınlatmak istemelerine benziyor.

Evet, Alevîliği anlamak demek, onu gündelik ve basit çıkarlara alet etmemekle, onu rant koparma mücadelesinin aracı olarak kullanmamakla, çağın endişelerinden, yaptırımlarından ve korkularından uzakta tutmakla ve onu böyle bir atmosferde yorumlamamakla mümkündür. Eğer Alevîliği öğrenmek istiyorsak,

ilk önce onun tarihsel bağlarını iyi bilmemiz gerekiyor, yaşadığı tarihsel tecrübeleri ve geçirdiği evreleri iyi irdelememiz gerekiyor. Onu İslâm tarihinden kopararak Orta Asya Şamanizm’ine veya Mezopotamya Zerdüştîliğine yamamız bizi hiçbir yere ulaştırmaz, ancak onu çağın endişelerine ve bir noktada yetersizlik kompleksimize kurban etmemizi sağlar.

Yine Alevîlikteki İslâm inançlarını görmezden gelmek, ancak ve ancak hesaplaşmayı uzatmak ve kaçak oynamak demektir. Şimdi ortada onlarca Alevîlik var; Sünnîlerin Alevîliği var, Solcuların Alevîliği var, Şamanistlerin Alevîliği var, Zerdüştîlerin Alevîliği var, ... var, var, var.

Ne hikmetse her şey var, ama Alevîlik ortada yok. O şimdilik ince bir toprak tabakasının altında yatıyor. Biz hesaplaşmayı göze alıp, dürüst oynamaya başladığımız gün, o toprağın altından izzetle doğrulacak ve bize gürül gürül bir baharla gelecektir.

Selâmet ve esenlik Ehl-i Beyt’in hak yolunun gerçek izleyicileri olan tüm canların üzerine olsun.

Yaşarken Sorgulamanın Önemi
Halil GÜZEL

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ve bütün övgülerin odağıdır. İnsan, düşünen, düşünürken de kıyaslayan ve yaptıklarından pişmanlık duyan tek varlıktır. Yüce Allah kâinatı, insanın, daha doğrusu Hz. Peygamber ve pak Ehl-i Beytinin yüzü suyu hürmetine özgür iradesiyle yoktan yaratmıştır. Ama insanın özgücü, bir şeyi yoktan var etmek değil; olanı, bağışlanmış aklıyla anlamaya ve açıklamaya gayret ve çabadan ibarettir.

Yani insan, ancak içinde yaşadığı evreni ve karşı karşıya kaldığı problemler yumağını donanımı ölçüsünce çözme çabası içindedir. O halde bu övgüye değer varlık, yoktan icat etmek değil, ancak keşfedebilme kabiliyetine sahiptir. Eğer sanıldığı gibi insan, yaratılışı itibariyle mükemmel bir varlık olsaydı,

bu gün suç, ceza, başarı ve ödül gibi kavramlar bir anlam taşımaz, eğitim ve benzeri kurumlara da gerek kalmazdı. Oysa insan, iyi eğitildiğinde nazlı bir fidan gibi nazik ve gelecek vadeden bir değer; başıboş veya kaotik bir boşluğa salındığında ise, bütün o el değmemiş ve koklanmamış güzelim gülleri yok eden eşsiz bir tufana dönüşebilmektedir.

Derdimiz insan ise sevgimiz de insanadır. Benim kabem insandır, diyen ozan, insana verilen değeri Hakk’a yapılan ibadetlere eşdeğer görmüş olsa gerek. Çünkü, ibadetlerin temelinde insanın emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker,

yani iyi ve yararlı olanı tavsiye etmek ve kötü ve zararlı olandan alıkoymak yatar. Bu haliyle ibadet, insana haddini ve sorumluluğunu hatırlatan başta eğitim olmak üzere diğer bütün kurumların yerini alarak özellikle insan hak ve hukuku hususunda önemli bir işlevi üstlenmektedir.

Bu anlamda ibadet mefhumunu içeren her din, insana bir yaşam reçetesi sunmanın yanında aynı zamanda insana, insan olmanın gerek ve sorumluluklarını da hatırlatmaktadır. Dolayısıyla dinin, insanı bencillik ve kendini beğenmişlik saplantısından kurtaran, onu diğer insan(kardeş)ların hak ve hukukuna saygı duyan bir sosyal varlık haline getiren işlevi inkar edilemez.

Nitekim insanın kara kutusu ruhudur. Bu durumda insan bedenen kirlendiği zaman su ve sabunla fiziken kendini yıkayarak kirlilikten arınmaktadır. Oysa aynı insan, ruhen ve sosyal açıdan bencillik, kendini beğenmişlik, çekememezlik ve kıskançlık gibi ruhsal kirliliklerden arınmanın yolunu bilmemektedir.

Bu kirliliği ortadan kaldırmak ve güvenli bir sosyal ve psikolojik ortam oluşturmak için sonuç veren tek çözüm yolu, "kendi başına insan" tarafından ortaya konulmamıştır. Özgür iradesini kendi menfaatine ve başkasının aleyhine kullanan insanın, içine düştüğü özüyle de çelişen bu durumdan kurtulması için tek çare, ruhi arınma reçetesini ihtiva ettiğine inandığı dine sığınmasıdır.

Bu durum günümüzde de geçerliliğini korumakta ve gelecekte de koruyacaktır. Çünkü insanın yerleşik bir doğası vardır ki, ona onun ilkeleriyle hükmedilebilir.

Modern zamanda kurulu "Modern Ulus Devletler"de sorgulayıcı anlamda düşünmek suç telakki edilirken, kutsal metinlerde, inandığımız dinin kurallarını akıl sahipleri olarak anlama ve idrak etme bakımından sorgulama sorumluluğumuzun bir gereği sayılmıştır. Oysa günümüzün modern ulus devletlerinde kişi, siyasal karar alma sürecinden dışlanmakta ve sisteme dönük uyarıcı düşüncelerinden ötürü cezalandırılmaktadır.

Modern ulus veya ulusal irade kavramları da Fransız Devrimi yıllarından kalma içeriği ve yetki sınırı belli olmayan suiistimale açık muğlak kavramlar olup, demokrasinin ilkeleriyle çelişen uygulama alanları olan kavramlardır.

"Halk adına halka rağmen" ilkesi demokrasiyi, çoğulculuğu ve çoğunluğu hiçe sayan jakobenci, dayatmacı ve antidemokratik bir mantığın ürünü olup günümüz şartlarında geçerliliği kalmamıştır.

Özetle günümüzde pozitif hukuk alanında katedilen mesafe gerçek demokrasiyi doğrulamakta ve bu da bizi kutsal metinlerin evrensel ruhuna yaklaştırmaktadır. Yani modernizim yavaş yavaş yerini postmodernizme bırakmaktadır. Sorgulama insan doğasının zorunlu bir sonucu olmakla beraber demokratik hayat için de hayati bir ilkedir. Ondan kaçanlar tarih boyunca daha büyük felaketlere maruz kalmışlardır.

Günümüzde Aleviler dünyadaki Ehl-i Beyt Mektebi mensuplarının aksine inançlarından gayrı ihtiyari olarak uzaklaştırılmışlardır. Bu süreçte onları buna mahkum eden mekanizmanın(!) yanında son zamanlarda kökü Alevi, gövdesi ateist, pozitivist, Freudçu, Marxist ve İslam’la bağdaşmayan fraksiyonların tahribatının payı çok daha fazla olmuştur.

Bu beşeri din mensupları Alevileri diğer legal siyasi çevreler gibi sadece sömürmüş ve her seferinde onları mahcup ve mağdur etmişlerdir. Aynı çevreler bazen de İslam ahlakıyla bağdaşmayan tavırları sebebiyle de Alevileri, "Ben Aleviyim" demekten alıkoyacak kadar eli kolu bağlı bırakmışlardır.

Bu çevreler ve adı belli mekanizma kadar, Alevi sözüm ona bazı dedeler ve babalarının da payı büyüktür. Onlar, kendi tarihi gerçeklerini Kur’an-ı Kerim, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan gelen kaynaklardan edinmek yerine, bazı düzmece mitolojik, destan ve söylencelere yönelmişlerdir. Onların İslam’ın temel kaynakları yerine akli,

kalbi ve sosyal yönü zayıf kaynaklara yönelmeleri, Alevi toplumunu diğer iyi niyetli Müslümanlardan da uzaklaştırarak merkezden uzaklaşmalarına yol açmıştır. Ama bu gün Alevileri daha güzel günlerin beklediği kanaatindeyiz. Çünkü modern süreç, insanları ana kucağından kurtlar sofrasına atmış ve son zamanlarda bu durum, sağduyulu insanlar tarafından fark edilmiştir.

Neticede, tekrar yuvaya, yani Ehl-i Beyt’tin ilim ve irfan mirasından ibaret olan "Öze" bir yönelim belirmiştir. Bu arada bu mazlum halkın aydın evlatları, başlarına örülen çoraplardan kurtulmada ve yollarına kurulan tuzakları aşmada daha bir cesaretlenmiştir. Üstelik, bu çabaya bütün inanç kesimleri de katkı sunmaya başlamıştır.

İçinde yaşadığımız zaman ve zeminin gerekleri hepimiz, yani bütün toplum kesimleri için bağlayıcıdır. Farklılıkları kucaklama hoşgörüsünü, Ehl-i Beyt sevgisiyle birlikte Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri gibi gönülleri Ehl-i Beyt aşkıyla tutuşan Alevi dervişlerinin bu topraklara aşıladığından kimse kuşku duyamaz.

Ancak daha öncesinden, yani Kerbela katliamından sonraki süreçlerden itibaren, gerek Emeviler gerek Abbasiler zamanında, Ehl-i Beyt evlat ve taraftarlarından oluşan, çok sayıda tebligatçı, göç ederek başta Anadolu olmak üzere dört bir tarafa yayılmıştır.

Onların fedakar çabaları çok geçmeden ürün vermeye başlamış, öyle ki bu yörelerde nüfusun çoğunluğu Ehl-i Beyt ile gönül bağı kurmuş ve ta ki Osmanlılar bu nüfusu ortadan kaldırıncaya kadar bu potansiyel varlığını ağırlıklı olarak sürdüre gelmiş ve bu günkü Anadolu halk kültürünün temelini teşkil etmiştir. Yoksa sanıldığı kadar bu haliyle bu kültür Orta Asya'dan getirilmiş değildir.

Ülkemizde AB'ne katılım sürecinde gündemde olan demokratik açılımlarda Aleviler çok önemli katkılar sunabilirler ve söz konusu katkıyı sunmalıdırlar da. Demokratik değer ve doğal hukuk ilkeleri ile İslam’ın bakış açıları genellikle örtüşmektedir.

Her ne kadar Osmanlı’nın yıkılmasından sonra başlayan yeni süreçte de devletin Alevileri görmezlikten geldiğini söylemeye dilimiz varmıyorsa da, ne yazık ki bu dönemde de Alevilerin bir çok alanda ihmal edildiği acı bir gerçektir.

Devlet, vakit geçirmeden bu yanlı uygulamalara ve haksız ihmallere son vermelidir. Bunun için de başta Devletin resmi din kurumu Diyanet olmak üzere devlet, bütün kurumları ile Alevileri ve dini önderleri olan Ehl-i Beyt İmamlarının şahsında İmam Cafer-i Sadık ve Caferi fıkhı temelinde Caferi mezhebini uygulamalarıyla birlikte resmen kabul etmeli, onlara inançlarını doğru öğrenme imkanlarını sağlamalıdır.

Devlet, bu doğrultuda diğer dini azınlık ve gruplara tanıdığı hoşgörüyü bu mektep mensuplarına da göstererek, yıllardır çeşitli kesimlerce istismar edilen bu kesimi de şemsiyesi altına alarak birlik ve diriliğini fevkalâde pekiştirebilir, uygar dünyanın karşısına daha da güçlenmiş olarak çıkabilir.

Bütün okuyucuları kardeşlik ve dostluk duyguları ile gönülden selamlayarak bu görüşlerin benim acizane görüşlerim olduğunu belirtmek isterim. Bütün bunları gücümü hoşgörünüz ve evrensel bakış açınızdan alarak yazdım. Selam ve Saygılarımla......

Modern Çağda Alevilik

Ali.C.YILDIZ

Alevi toplumunun “var olmak” ya da sadece “olmak” önkoşulunu tartışmasız bir biçimde yerine getirdiğinin açıklanmaya çalışıldığı önceki yazıda, geçmiş zamanlar adına kısmen de olsa bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştı.

Daha ayrıntılı ve uzun soluklu bir bakış açısının oluşturulması, bundan sonraki değerlendirme ve akıl yürütmelerin belirlenen bu çerçevede işlevselliğini yitirmeden tutarlı bir şekilde devam etmesi için gerekliydi, denilebilir.

Buradan hareketle, Erenler’in bir sonraki sayısı için “Alevi toplumu” ve “Alevilik olgusu”nun hem eşsüremli hem de artsüremli irdelenmesine kaçınılmaz olarak devam edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, bu yazının içeriğini ‘Modern Çağda Alevilik’ başlığı altında kısaca şu başlıklar oluşturdu:

Öncelikle 20. yy.’da Modern Türkiye Cumhuriyeti ve Alevilik ilişkisi betimlenmeye çalışılacak. Sonra, Atatürk’ün başlattığı aydınlanma hareketi ve farklı toplumların birbirleriyle yapmaya çalıştıkları ödünlü-ödünsüz uzlaşmalar konuşulacak. Sonra aydınlanma hareketinin sekteye uğramasından ve buna bağılı olarak bazı toplumların yaşadıkları hayal kırıklıklarından söz edilecek.

Daha sonra da 20. yy.’ın neredeyse son çeyreğinde ülkede uygulanmaya başlanan liberal ekonomik anlayışların bireyler ve özellikle toplumlar için getirdiği görece özgürlük irdelenecek. Son olarak 21. yy.’a başlarken Aleviler olarak ‘elimizde ne var?’ın kabaca bir dökümü yapılıp, belirsiz geleceğin avangarde bir belirlenmesi yapılmaya çalışılacaktır.

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Türklerin bu topraklara yerleşmesinden bu yana bu toplum için yapılan en iddialı ve köklü dönüşüm niteliğini taşıyordu. Bunun nedenlerinden ilki,

bu hareketin geçmişten hayli önemli bir kopuşu getirmesi, ikincisi ise, batıya (Batı Medeniyeti’ne) tümden bir yönelişi, bağımsızlık bildirgesinin en temel etmenlerinden biri olarak kabul etmiş olmasıdır denilebilir. Bu iki temel düsturun birlikte uygulanabilir olmasının biricik yolu ise, bu eyleme/oluşuma katılacak her ırk,

din, kültür ve eğilimden grup, toplum ve toplulukların birlikte yaşama isteklerinin olmasından geçmekteydi. Yani gönüllü ya da gönülsüz ortak bir toplumsal anlaşmanın onaylanması gerekiyordu, hatta bu, o dönemdeki koşullardan dolayı kaçınılmazdı denilebilir. Çünkü geçmişten hem kültürel hem de düşünsel kopuş,

bu ülkede yaşayan toplumların kaçınılmaz olarak kendilerine ait her şeye yabancılaşmalarına neden olacaktı. Bu da o toplumlar ve topluluklar için mutsuzluk ve üretimsizlik demekti. Öte yandan batıya, Batı Medeniyeti’ne kapsamlı bir yöneliş ise, bu ülke insanları için yeni yaşayış ve düşünüş biçimleri ile modellerini benimsemeyi zorunlu kılıyordu. Bu ise, yeni kurulan bu ülkede yaşamayı seçen her ırk, kültür, din, inanç ve eğilimden insan ve toplumların, birlikte yaşama ve paylaşma adına,

kendi inanç ve yaşam biçimlerinden az ya da çok ödün vermesini, yaşamsal bir önkoşul olarak benimsemesini gerektiriyordu. Ortada hem toplumlar için hem de o dönemin yöneticileri için onaylanması, daha doğrusu kabul edilmesi zorunlu tek bir seçenek vardı. Tarih, bu topraklarda yaşayan insanlara nasıl tek ve kaçınılmaz bir sonuca katlanmayı zorunlu kılmışsa, başta M. Kemal olmak üzere, o dönemin önderlerine de aynı seçeneği benimseyip uygulamayı tek ve mutlak bir sonuç olarak önermişti.

Aslında sonradan daha bir dikkat ve sağduyuyla yapılan inceleme ve değerlendirmeler de göstermiştir ki, bu ülke insanları için o dönemin karar vericileri olabilecek en doğru kararı vermişlerdir.

Şöyle ki, 13. yy.’dan bu yana Batı Medeniyeti kendini her geçen yıl daha çok yenileyerek dünyanın diğer bölgelerindeki medeniyetleri hem teknolojik hem de kültürel bakımdan geçmiş, bir taraftan kendi halklarının yaşam koşullarını iyileştirirken, diğer taraftan dünyanın diğer toplumlarını daha çok kontrol etmeye ve yönetmeye başlamıştır.

Batı, Reform ve Rönesans’la bu büyük ivmeyi yaşarken, özellikle Doğu olmak üzere öbür medeniyetler, ya daha geri gitmişler ya da oldukları yerde sayarak, iç çekişmeler/savaşlar ve özellikle Emevi zihniyetli din anlayışına dayalı yobazlıklarla kendi halklarına dayanılmaz baskılar ve işkenceler yapmışlardır. Bu zihniyete sahip olanlar,

Batı’yla yarışmak ve gelişim yolunda işbirliği yapmak, daha doğrusu Batı’yı anlamak yerine onu hor görmüş, dışlamış ve onun ürettiklerini günah ve küfür saymışlardır. Bu reddediş ve dışlama zamanla Doğu ile Batı arasında büyük anlayış/kavrayış farklılıklarının ortaya çıkmasına neden olmuş, böylece batılıların yaptıklarını anlamak ve benimsemek daha bir güç olmuştur. Bu genel çerçeveden yola çıkıp o zamanların–yani 1920’lerin—Türkiye’sine gelindiğinde, bu ülkenin insanları için Atatürk ve arkadaşlarının vermiş oldukları karar ve sonrasında olan gelişmeler daha bir anlam kazanmaktadır iddia edilebilir.

Diğer taraftan Batı’ya yöneliş Atatürk’ün kendi ifadesiyle fiziksel bir yönelmenin ötesinde zihinsel bir yönelişti. Atatürk daha başlangıçta Türk toplumunun gövdesinin Asya’da başınınsa Avrupa’da, yani Batı’da olduğunu çok net ve kesin bir biçimde ifade etmişti. O dönemde seçenek olarak Batı’nın öne çıkmasının en önemli gerekçelerinden biri olarak ‘muasır medeniyet’in kabul görmesi,

Müslüman Doğu’da, özellikle de geniş Müslüman hinterlandında düşünsel anlamda doğa diyalektiğindeki değişime bile ayak uydurabilecek köklü yeniliklerin asla yapılmamış olmasında yatmaktadır.

Kısacası, yüzlerce yıl Emevi anlayışından kaynaklanan bağnaz ve dar kafalı zihniyetlerin Müslüman dünyasında çok yoğun ve yaygın bir biçimde etkin olması sonucunda hakim din anlayışında ve sosyal yaşamda Avrupa’dakine benzer reformlar yapılamadı. Böylece hemen hemen tüm Müslüman ülkeler dünyanın diğer medeniyetleriyle yarışmak ve gelişim yolunda işbirliği yapmak yerine, kısır iç çekişme ve baskılarla zaman öldürdüler.

Hatta iktidarı ellerinde bulunduran sözde resmi Emevi patentli Müslüman mezhepler, Müslümanlık inancını farklı algılayan ve yaşayan kendi insanlarına yüzlerce yıl dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptılar. Bu tür bağnaz tavırların en tehlikeli sonuçları ise, hem Müslümanların birbirlerine karşı güvensizliği, hem de yine tüm bir Müslüman medeniyetinin Batı medeniyetlerinden çok ama çok geride kalması şeklinde oldu.

Halbuki Batı, ekonomik, sosyal ve kültürel başarıyı kendi inançlarından vazgeçmeden yapmıştı. Aynı tavır zamanında Müslümanlarca da gösterilebilmeliydi.

İşte bu asla ve asla yapılamamıştı ve yapılacak gibi de görünmüyordu. O yüzden olacak ki, yıkılmış bir imparatorluktan ortaya çıkacak yeni ulus ve devlet, düşünsel bağlamda kendine neden Batı Medeniye’tini seçiyordu. Şimdi, böylesine bir yönelişi o zamanlar için bile hor ve akıl dışı görmek olası mıydı?

Bu yazının başlarında belirtildiği üzere, bir yerde yeni oluşturulacak devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla etkin ve başarılı olması için, bu topraklarda yaşayan ve bir şekilde yeni oluşumun içinde yer alacak olan her eğilimden grup ve toplulukların ortak ‘irade beyanı’nda bulunması gerekiyordu. Bu bildirim, herkesin üzerinde uzlaşıya vararak kabul ettiği yeni ve bütüncül bir yapıya işaret etmeliydi.

Bu yapı, halkın kendi kendini yönetmesine dayanan ‘cumhuriyet rejimi’ çerçevesinde yaşanacak olan demokrasiden başkası olamazdı. Başta özgürlüğe susamış Aleviler olmak üzere bu ülke halkının, Batı devletlerinin de gelişmelerinde model olarak benimsedikleri bu çağdaş anlayıştan büyük beklentileri vardı.

Bu yüzden, bu ülkenin kuruluşuna katkıda bulunmak, bir an önce değişimlerin getireceği özgürlüklerden yararlanmak ve kendilerini yüzlerce yıl hiç/yok saymış baskıcı ve faşizan zihniyetlere bir daha dönüşün önüne set çekmek için, bu topraklarda yer alan farklı inanç ve kültürden grup ve toplumlar büyük özverilerde bulundular.

İşte bunun içindir ki, bu ülkede belki de herkesten daha çok ödünü, geçmiş zamanlardaki rejimlerden en çok acı çekmiş olan Aleviler verdiler. Onlar, demokrasi, özgürlük ve çağdaşlık adına hemen hemen tüm toplumsal inanç kurumlarından vazgeçtiler. Her çıkan devrim yasasıyla birlikte onlar, bir ya da bir kaç toplumsal alışkanlıklarından kendilerini kopardılar.

Halbuki, bu toplum yüzlerce yıl, faşist ve baskıcı Emevi zihniyetli Osmanlı yönetimi ve rejimine bu toplumsal inanç kurumları aracılığıyla karşı koymuş, bugün taraflı tarafsız her sağduyulu ve çağdaş insanın övgüyle söz ettiği ‘pirlik’, ‘rehberlik’, ‘cem’ vb. pek çok toplumcu hümanist değerlerini, yine bu inanç kurumları aracılığıyla gerçekleştirebilmişti. Türkülerindeki estetik güzellik, çağları aşan şaşmaz doğruluk ve evrensel gerçeklik hep bu kurumlar sayesinde gerçekleşmişti.

Ama an, daha doğru, daha güzel ve hümanist değerler yaratma adına eskilerden vazgeçmeyi gerektiriyor, hatta zorunlu kılıyordu. Benim düşünen, güzel, hümanist, değerli ve gerçekçi insanlarım kendilerine yaraşan kararları pek çabuk verip, daha sonra yaşanabilecek büyük hayal kırıklıkları olasılığına rağmen, yeni rejime dört elle sarıldılar.

Baştan beri Kurtuluş mücadelesine içtenlikle katılarak Atatürk’ün yanında yer aldılar. Hem ona hem de yeni rejime büyük inanç ve bağlılıkları vardı. Fakat daha sonra görüleceği gibi bu devingen ve yaratıcı toplum, büyük hayal kırıklıklarıyla birlikte eski onca acılara tekrar dönecekti. Düşünceleri yine baskı görecek, inancını yaşaması engellenecek ve en kötüsü, ölmeye ve cayır cayır yanmaya devam edecekti…

 

Yeni yorum ekle