VAHHABİLİK EKOLÜ_0

Önsöz
TEVHİT VE ŞİRK ÇERÇEVESİNDE İLMİ İSLAMİ BİR KONGRENİN TEŞKİLİ ZARURETİ ÇERÇEVESİNDE:

Kabe, Hz. Nuh'dan önce temeli atılan ilk Tevhid evi olup, Nuh tufanı sonucu hasar gördü. Bir süre sonra İbrahim Halil tarafından tamir edildi ve İbrahim Peygamber bütün muvahhitleri, orayı ziyarete davette bulundu.Allah-u Tebarek ve Taala kendi evini, muvahhitlerin toplanma merkezi ve "Emin" belde olarak karar kılmış ve hiç kimse orada kendini tehlikede, güvensizlik içinde hissetmemelidir.

Allah-u Taala kendi evinin ziyaretini Tevhitçilik hayatı için bir temel karar kılmış ve Hac merasiminin yapılmasıyla muvahhitlerin ferdi ve sosyal maddi ve manevi hayatlarının temin edileceğini hatırlatmıştır.

Bu ayetten ilham alarak Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: Beytullahil Haram'ın üstünlük ve özellikleri, bizim bu birkaç satırlık önsözde sığdırabileceğimizden çok çok fazladır ama burada dikkat edilmesi gereken husus, idarecilerinin kendilerini "Hadimul Haremeyn'iş Şerifeyn! Olarak vasıflandırdıkları ve onun idaresiyle iftihar ettikleri, kıvanç duydukları Kâbe'nin bu günkü esef verici durumudur.

----------------------
- Ali İmran / 96.
- Bakara / 127.
- Hac / 27.
- Tevbe / 125, Kasas / 57.
- Maide / 97.
- Vesail'uş Şia, Kitap Hacc c, 8, s, 14.
-------------------

Zikredilen özellikler arasından biz iki soruyu söz konusu etmek istiyoruz:

1- ACABA HACCIN ŞİMDİKİ MERASİMİ KIYAMEN LİNNAS'IN MANASINA UYGUNMUDUR?

1- Acaba içinde yaşadığımız dönemde Kâbe'nin ziyaret edilmesi ve onun çevresinde müslümanlardan yaklaşık iki milyonu aşkın insanın bir araya toplanarak Hacc merasimini yerine getirmesi maddi ve manevi hayatın temin edilmesi ve onların hayatının güçlenmesine kaynak mıdır? Eğer cevap müsbetse ve şimdiki Hacc merasiminden gerçektende böyle bir gaye sağlanıyorsa öyleyse ne zaman Haremeyni Şerifeyn idarecilerinin, Mekke ve Medine hatiplerinin o muhteşem büyük merasim ve toplantılarda Hacc meselelerini gündeme getirmişlerdir ve hat çizmişlerdir?
Örnek için aşağıdaki husus dikkat çekicidir:

Hicr-i Şemsi 56 yılında, ufak yaştaki hafızlardan bir grupla birlikte Ümre-i Mufrede Haccını yerine getirmek gayesiyle Beytullah'il Haram'ı ziyarete muvaffak olduk. O sıralarda Suudi Arabistan yayın basın araçlarında, İsrailin Güney Lubnana yaptığı saldırı ve vahşilikler aksettirilmekteydi. Cuma günü Kâbe'nin hemen yanı başında bulunan "Tahviz'il Kur'an'il Kerim" merkezine giderek, Kur'an kıraati musabakasına hazırlandık. Toplantının başkanlığını büyük şahsiyetlerden biri yapmaktaydı.

Nihayet musabaka sona erdi ve kısa bir süre sonra öğle ezanı okundu. Hatip Cuma hutbelerini okumak için minbere çıktı, ben ilk önce hatibin, Cuma hutbelerinde günün meseleleri hakkında konuşacağını duydum fakat hatibin konuşmaya başlamasından kısa bir süre sonra yanıldığımı anladım ve hatip günün önemli meseleleri yerine camilere ve Cuma namazlarına katılmanın ahlakını konuşmaya başladı.

Ağız ve ayak temizliği nasıl olmalıymış... Ama günün önemli meseleleri hakkında tek bir kelime bile konuşmadı. Ben, hemen yanı başımda oturan Mısırın Ihvan-ul Muslimin üyelerinden olan ve Mısırdaki olumsuz gelişmeler nedeniyle Mekke'ye sığınan ferde dönerek itirazda bulundum ve Cuma günü onca müslümana hitaben okunan hutbenin günün gereklerine uygun olup olmadığını sordum. Insaflı biri olan sözkonusu olan ferd, durum karşısında kendi üzüntülerini beyan etmekten başka hiçbir tepkide bulunmadı.

Aslında Suudi Arabistanda böyle önemli merkezlerde okunan bütün Cuma namazı hutbeleri, kontrolden geçirilmiş ve Sansur'e tabii tutulmuş hutbelerdir, bu hutbelerin genel hattı daha önceden belirli makamlar tarafından belirlenmiş olup bu gibi hutbelerde, müslümanların genel maslahatları, dünya emperyalizmi ve sömürücü güçlerin zararları hakkında tek bir kelime bile söylenmemektedir. Fakat Şii (veya Şiilere yakıştırdıkları Mecusi) hakkında istediği kadar söz söylemektedirler.

Hatta işi o hadde kadar ilerletiyorlar ki İslam inkilabının İranda zafere ermesinden sonra "Cae Devr-ul Mecus" (Mecusi'nin dönemi gelip çattı) adı altında kitap bile yayınlıyorlar.Şimdi bu hakikatler ve durumlar göz önüne alınarak, Necd ve Riyad komutlarının, ilahi hareminin koruyucuları, muhafızları oldukları veya 'Kiyamen Linnas...'ın ortamını oluşturanlar oldukları söylenebilir mi?

2-BEYTULLHİL HARAM EMİN BİR ELDE MİDİR?

Kur'an-ı Kerim Mekke ve çevresini Allah'ın "Emin" haremi olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Kim oraya girerse Emniyette olur" Bütün müslümanların babası, put kıran İbrahim (a.s) Mekke'yi emin belde kılmasını Allah-u Taala'dan diledi ve şöyle dedi: Allah'ım bu beldeyi, emin bir belde karar kıl.

----------------------
- Ali İmran / 97.
- İbrahim / 35.
-------------------

Evet tekrar sorulması gerekir ki Haremeyn'in şimdiki idarecileri acaba gerçekten bu ilahi mekanların koruyucuları olabilirler mi? İslam gruplarının liderleri, o mukaddes ve emin beldede kendi siyasi meselelerini gündeme getirmek, İslam aleminin içiçe bulunduğu meseleleri, müşkülleri inceleyecek, belli yol ve yöntem belirleyecek güvenlik ve emniyeti kendilerinde hissediyorlar mı?

Yoksa bunca İslam toplumu içerisinde sadece Hanbeli mezhebine mensup olanlar mı böyle bir hakka sahiptirler ve yüce İslamı maarif ve düşünceler içerisinden sadece "İbn-i Teymiye" "İbn-i Kayyim" ve son zamanlarda da 'Muhammed bin Abdul Vahhab'in görüşleri mi o mukaddes mekanlarda söz konusu edilmelidir? İslam aleminin karşı karşıya bulunduğu birliğin sosyal-siyasi ve kültürel meseleler durup dururken ölüleri ziyaret ve ilahi velilerin tekrim edilmesi ve risaletlerinin eserlerini anma gibi meselelermi gündeme getirilmeli ve savunmasız muhalif küfür suçlamalarıyla sindirilmeli midir?

Acaba "Haremen Aminen"in manası bu mudur? Bu hususları göz önünde bulundurarak Kâbe'nin Amerikanın kontrolü altında olduğunu söylememiz acaba yersiz bir lafmı olur? Her hangi bir İslam fırkasını tekfir etmek, müslümanlar içersinde tefrika oluşturmak ve İslami buyrukları kaba, haşin göstermek, risalet ve hayy eserlerini ortadan kaldırmak ve Yezid bin Muaviye gibi, tarih zalimleri ve mustekbirleri ile uzlaşmak temelleri üzerine kurulmuştur Vahhabiyet fırkası.

Kendi emirlerindeki hatip ve yazarlar, hepten sultanların, hükümetin kapı kulları olup, bizzat onlar tarafından resmi bir memur gibi maaş almakta ve kendi ustalarından edinmiş oldukları bilgilerden başka tek bir laf söylemeyecek korkaklıkta kimselerdir.

Bizim bu iddiamızın delilsiz ve mantıksız olduğunu düşünebilir okuyucular ama sadece bir örnek için Suudi Arabistanda yayınlanan bir kitabın kapağını yanda yayınlıyoruz. Bu kitapta mancinikla Allah evi Kâbe'yi taşa tutan ve tam üç gün boyunca Medine halkının canını ve namusunu kendi zalim kuvvetlerine helal kılan bir kimse takdir ve övgüyle anılmakta, savunulmaktadır. Ve kitabın kapağında da görüldüğü gibi söz konusu kitap bizzat Suudi Arabistan maarif bakanlığının müsadesiyle yayınlanmıştır.

Bu gerçek göz önüne alınarak Hicazda bir nevi mutlak hürrüyetin ve bir nevi mutlak baskı ve zulmün uygulanmakta olduğu söylenebilir. Emevi ve Abbasi zalimleri ve cinayet karlarının övgü ve takdirle anıldıkları kitapların yayınlanması tamamiyle serbest olmakla birlikte, Resulullah efendimiz (s.a.a)'in Ehli Beytinin savunulduğu, methedildiği kitaplar kesinlikle yasaktırlar. Yalnız bu nevi kitaplar değil hatta bütün kitaplar Arabistana ilk girdiğinde tamamen kontrolden geçmeli ve onun serbest olduğuna dair istihbarat bakanlığı tarafından izin verilmelidir.

Ben 1404 Hicr-i Kameri tarihinde Medine hava alanına indiğim sırada 10 ciltlik 'Masdar-ul Vucud' kitabı yanımdaydı ve ne yazık ki hava alanında onlara el konuldu. Hatta kitabın ilgili yetkililerce okunmasından ve ilgili daire başkanının söz konusu kitabın tatlı yararlı bir kitap olduğunun itiraf olunmasından sonra bile kitabın istihbarata iletilmesi gerektiğini ve gerekirse oradan alınabileceğini söylediler. İşte anlaşılan 'Beled-ul Emin' Emin belde demek budur.

HER YANDAN 'ŞİRK' KELİMESİ DUYULMAKTADIR

Suudi Arabistanda en ucuz mallardan biri, insanların çok rahat bir şekilde Şirk'le suçlamaları ve büyük alimlerden bir çoklarının müşrik sıfatıyla isimlendirilmeleridir. Insan maarufa emredenler heyetiyle karşılaştığı zaman her şeyden daha çok bu kelimelerin dile alındığını görmektedir. Sanki başkalarını müşrikle suçlamaktan başka bir bildikleri yokmuş gibi.

Bu kitabın mukaddimesini kaleme aldığım bir sırada bir Pakistanlının yazmış olduğu "Eş-Şia ve Et-Teşeyyü" adı altında Arabistanda yayınlanan bir kitap elime geçti. Kitabın yazarı, kitabın 20. Sahifesinde Merhum Üstad Şeyh Muhammed Huseyin Müzafferi'den bir cümle nakletmiş ve onu kendi dilediği şekilde yorumlamaya kalkışmıştır.

Ben burada kitabın aslındaki metinle söz konusu kitaptaki metnin her ikisini de aktarıyorum ve Vahhabi yazarların nasıl utanmazca ve tam bir rezalet ve alçaklık içinde başkalarını müşriklikle suçladıklarına siz karar verin.
Merhum Muzaffer şöyle diyor: Teşeyyü (Şiilik) Yüce Resulullah (s.a.a) efendimiz halkı Allah'ın birliğine, vahdaniyyetine davet ettiği ilk günlerden başlamıştır. Muzaffer daha sonra şöyle diyor: Fekanetu ed-Davetu Lit Teşeyyui...

"Ali (a.s)'ın izinden gitmeye davet etmek, Allah'ın vahdaniyyetine ve Resulullah (s.a.a)'in risaletine davetin yanısıra sürdürülmekteydi." Söz konusu yazar Merhum Muzaffer'in bu sözünü eleştirmekte ve şöyle demektedir:"Peygamber, Muzaffer'in deyimiyle, Ali'yi kendi nubuvvet ve risaleti için ortak edinmektedir."

Bu yazar eğer gerçekten kendi heva ve heveslerine, nefsani isteklerine esir olmayıp da kendini Vahhabilere satmamış olsaydı ve Şia'nın inancından az çok haberdar olsaydı kesinlikle İslam'ın böyle büyük bir yazarına söz konusu gülünç ve komik itirazı yapmazdı.

Eğer böyle bir davet, çağrı, şirke çağrı veya risalete ortak olmaya davet olursa her şeyden önce Kur'an'ın kendisi böyle bir işi yapmıştır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Allah'a ve Resulüne itaat etmeyi halkı çağırdığı gibi, 'Ulul Emr'e itaata da çağırmıştır:
-Etiullah ve Atiyur Resul "Yani: Allah'a İtaat edin ve onun Resulüne ve sizden olan Ulul Emre itaat ediniz" Nisa / 5.

Şimdi bu ayet söz konusu yazarın düşüncesi çerçevesinde açıklanacak olursa Resulü Ekrem Tevhide davet edeceğine, insanları şirk ve ikiliğe davet etmiştir, çünkü Ulul Emr'i Allah'a itaatin hemen yanı başında getirmiştir. Ulu Emr'i ise nasıl yorumlayacak olursak olalım Ali onun en açık simgelerinden biridir.

Biliyoruz ki İslam Peygamberi çağrısının ilk dönemlerinde kendi yakınlarını Allah'a davet etmekle göreve başladı ve bu görevin ardından "Venzir Aşiretikel Akrabin" ayeti nazil oldu. Peygamber (s.a.a) kendi yakınlarını davet ederek kendi nübüvvetini ilan etti ve daha sonra şöyle buyurdu:
"Sizlerden hanginiz bu işte bana yardımcı olacaksınız. Taki sizler içerisinde benim kardeşim, vasim ve halifem olsun."

Topluluk içerisinden tek ayağa kalkıp bu davete hazır olduğunu ilan eden Ali (a.s) idi. Bu çağrısını bir birkaç kez tekrarlayan yüce Resulullah (s.a.a) aynı daveti sadece Ali'den alınca şöyle buyurdu: "İnne Haza Ehi ve Vasiyyi"...Bu, sizlerin içerisinde benim kardeşim, vasim ve halefimdir. Onun dediklerini dinleyin ve sözlerine itaat ediniz.

Şia bu tarihe dayanarak diyor ki: Peygamber efendimiz (s.a.a) insanları, Tevhide ve kendi risaletine davet etmeye görevlendirildiği gün Ali'nin hilafetine davet etmekle de görevlendirildi. Nitekim nübüvvete davet, Ali'nin imametine davetle birlikteydi.

Bu noktadan hareketle sormak gerekir ki: Acaba Şia, Peygamber Ali'yi kendi risaletine ve nubuvvetine ortak olduğunu ilan etmekle görevlendirildiğine mi inanıyor? Veya hilafete davet hem de Resulullah efendimizin irtihalinden sonra, risalet ve nübüvvete davet midir?

Ehli Sünnet yazarlarının özellikle Vahhabi görüşünde olanların Şia inancı hakkında yazmış oldukları kitapların başlıca iki afeti bulunmakta:
----------------
- Tarihi Taberi c, 2, s, 63. Mısır baskısı.
-------------------

1- Şia inancı hakkında gerekli bilgi ve malumata sahip olmamak. Bu afet bütün asırlarda geçerli olmuş ve bunun nedeni ise Amevi ve Abbasi güçlerinin varlığı ve Şia'nın, kendi inanç ve akidesini, Ehl-i Sünnet çevresinde söz konusu etmesine müsaade etmemeleriydi. Öyleki o dönemlerde Şia'ların dışında her kes rahatça kendi inanç ve akidesini açıklamaktaydı.

2- Taalim ve Taallum metodu açısından Ehl-i Sünnet camiasının ilmi çevrelerinde meydana gelen devrim ve yeni metod ayrıca akaid ve kelemda yeni eserlerin eski metod ve kitapların yerini alması bir İslam ülkesinde sekizinci İslamı asırda yazılmış olan bu temel kaynakları okutabilecek tek bir kimsenin dahi bulunmamasına sebep oldu.

Nitekim meselelerin böyle basit değerlendirilmesi ve sathi öğretimler yüzünden "İhsan İlahi zahir" gibi yazarların ortaya çıkarak hilafete çağrıyla nübüvvet ve risalete çağrı arasındaki farkı anlayamamaktadırlar. 'Fırkalar ve Tarih' alanında kitap yazmakta ve Suudların büyük çaplı maddi destekleri ve petro-dolarlarla yayınlanmakta ama Şia fırkasının akidesinin daha en ibtidai kesimlerinden dahi habersizdirler.

BİRAZ DAHA DERİNLEMESİNE DÜŞÜNELİM!

Resulullah (s.a.a) efendimizin değerli torunu İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Kendi zamanından haberdar olan kimse, uğursuz ve üzücü olayların saldırısına uğramaz."Bu ilkeye dayanarak: Zaman'ın şartları ve İslam aleminin karşı karşıya bulunduğu üzücü ve acı olaylar, vaziyet hakkında biraz düşünelim. Ve gerçek İslam düşmanını tanıyalım. Şu anda yüz yılı aşkındır ki İslam'a karşı düşünce ve akide saldırısı başlamış, Doğu ve Batı kampları kendi yardımcı ve müttefikleriyle İslam'a karşı seferber olmuşlardır. Öyleki İslam'a ve onun buyruk ve taalimlerine karşı türlü türlü kitaplar yayınlamadıkları bir hafta ve ay yoktur.

İslam'ın karşı karşıya bulunduğu ve her taraftan düşmanların keskin saldırılarına maruz kaldığı böyle bir ortamda çok kısa bir süre zarfında ve hem de sadece Suudi Arabistan ülkesinde Şia akidesi aleyhine çeşitli kitapların yayınlanması sizce doğru mudur? Sanki İslam dünyasında Şia meselesinden başka bir mesele kalmamış da tek sorun Şia inancının tanınması ve onun eleştirilmesidir?!

Dahası bu kitaplar eğer mantıka uygun bir şekilde yazılmış olsaydı fazla önemli değildi o halde Şia alimleri bu mantıklı fikir ve görüşleri ya cevaplandırmaları veya onlar karşısında teslim olmaları gerekirdi fakat ne yazık ki bütün bu kitaplar baştan başa Şia'ya ve Şia alimlerine karşı küfür savurmak ve yersiz laflar etmekle doludur hatta bazı yerlerde Hz. Emirul Muminin Ali (a.s)'ın mukaddes varlığına dahi dil uzatılmaktadır.

Daha öncede değinildiği "Eş-Şia vet Teşeyyu" adlı kitap bu tür kitaplar hakkında açık bir örnektir bu kitabın yazarı Taberi, İbn-i Kesir ve İbn-i Haldun gibi tarih kitaplarına dayanarak Şia'nın, Abdullah Bin Saba adında Yahudi biri tarafından ortaya çıkarıldığını iddia etmekte ve ardından Ahmet Amin Misri'nin 'Fecrul İslam' adlı kitabdaki iddialarını bir delil olarak zikretmektedir. Daha sonra ise konuyu tamamlamak için, 'Dozi' ve 'Meller' gibi bazı Yahudi ve Hiristiyan musteşriklerden yardım almaktadır.

Ama ilginçtir ki Hicri Kameri 381 yılında vefat eden Şeyh Seduk veya Hicri Kameri 413 yılında vefat eden Şeyh Mufid gibi şahsiyetler tarafından kaleme alınmış Şia inancını Şia ulemasından bir türlü kabul etmek istememekte ve şöyle diyor: Bu kitaplar Şia'nın tebliğ kitaplarıdır ve şia'nın gerçek inancı bu kitapların dışındadır. Bundan daha kötüsü "Bihar" veya "Envarun" Numaniye" Kitabın bir rivayetin varlığını Şia inancıyla ilgili olarak bir kanıt kabul etmektedir. Halbuki Farikeyn hadisleri içerisinde zayıf ve yalan hadislerin var olduğu ve bir rivayetin nakledilmesinin her zaman onun mazmumuna olan inancın alameti olmadığı bir gerçektir.

Bu bölümde sayın yazarın dikkatini aşağıdaki konlara çekmek isterim:
1- Acaba Taberi tarihi, bütün muhtevasının sahih ve geçerli olduğunu söyleyecek derecede doğrumudur? Yoksa Taberi'nin veya diğerlerinin nakletmiş oldukları şeyler hakkında hükme varmanın, onun kaynak ve senetlerinin incelenmesi mi gerekiyor? Zira şurası kesindir ki çok sahtekarlar, yalancılar tarihe dahi el uzatmış ve kendi menfaatleri çerçevesinde onu yorumlamaya çalışmışlardır. Ne yazık ki bu kitapta bu konuya girmeye yeteri bir fırsat bulunmuyor.

Bir örnek olarak belirtmek isterim ki "Eş-Şia vet-Teşeyyu" kitabının yazarı kitabının 49. Sahifesinde, Şia'nın Yahudi biri olan Abdullah Bin Saba'nın düşüncelerinden etkilenmesiyle ilgili olarak Taberi'nin rivayetine dayanmaktadır. Taberinin ise bu konuyu nakletmesindeki kaynak ve belgeler şunlardan ibarettir:

Ketebe İleyye (Yani: Bana yazdı)
1- Es-Seri,
2- An Şayb,
3- An Ayf,
4- An Atiyye,
5- An Yazid el-Fak'asi Kane Abdullah bin Sab'a Yahudiyyen min Ehli San'a (Yani Es-eri Şayb'dan o da Atiyye'den o da Yezid el-Fak'asi'den rivayet etmiştir ki Abdullah bin Saba San'a (ehli bir Yahudidir.)

İbn-i Kesiri Şami, İbn-i Haldunu Magruni gibi muvarrihler tarafından da metni nakledilen bu kaynak üzerinde biraz dikkat etmek ve adı geçen şahısların sözlerine itibar edilip edilmeyeceğini öğrenmek gerekir:

1- Es-Seri: Bundan gaye ister Es-Seri bin İsmail Kufi olsun ister Es-Seri bin Asim (ö. 258) bunların her ikisi de kendi döneminin meşhur yalancılarından tarih ve hadis üreticilerindendirler.

2- Şauyb bin İbrahim Kufi: Meçhul ve adsız.

3- Seyf bin Ömer: Siga kimselerin dilinden yalan ve asılsız haberler rivayet etmek.

4- Yezid el-Fakasi: Rical kitaplarından söz konusu edilen meçhul kimselerden.

Taberi kendi tarihinin 3 - 4 ve 5. ciltlerinde 11 ila 37 Hicri yıllarının (Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın hilafetleri dönemi) olayları hakkında söz konusu kimselerin dilinden toplam 701 rivayet nakletmiş ve neticede bu döneme ait olan tarihi hakikatleri tersine göstermiştir.

Bu rivayete dikkat eden herkes, bütün bunların tek biri tarafından ortaya atıldığını ve bütün bunlardan da tek bir hedefin güdüldüğünü görmektedir. Taberi'nin de böyle bir konudan habersiz olduğu ise kesinlikle düşünülemez. Ama maalesef ne yapmak gerekir ki sevgi ve düşmanlık beslemeleri, kasıtlı davranışlar ister istemez bu gibi meseleleri de muteakibinde getirmektedir.

Ne yazık ki bu gibi sahte ve uydurmalar Taberi'den sonra İbn-i Esakir, Kamil bin Esir El-Bidaye Ven Nihaye ve Tarihi İbn-i Haldun tarihi gibi bazı tarih kitaplarında da yayınlanmış ve onun naklettiği şeylerin hakikatın ta kendisi olduğunu zannettiler.

Son dönemdeki tarih de söz konusu yalanlardan mahfuz kalmayarak birbiri adıca bu yalanları tarihi rivayetler olarak naklettiler. Fakat Taberi tarihi sözde kaynak bir tarih olduğu ve sözü geçen rivayetlerin asıl nakledeni olduğu için yalan ve asılsız rivayetlerin kaynağının dayandığı kimseler her türlü değer ve itibardan yoksundurlar.

-----------------
- Tahzib'ut Tahzib, c, 3, s, 46. Tarih'ul Hatib, c, 9, s, 193. Mizan'ul İtidal, c, 1, s, 37. Lisan'ul Mizan c, 3, s, 13.
- Mizan'ul İtidal, c, 1, s, 447. Lisan'ul Mizan c, 3, s, 145.
- Mizan'ul İtidal, c, 1, s, 438. Tahzib'ut Tahzib, c, 4, s, 295.
--------------------------

Şimdi sormak gerekirki böyle yalancı ve sahtekar raviler aracılığıyla böyle hadisleri nakleden bir kitap araştırma ve tahkik asrında değer taşıyabilir mi? Ve İslam ilimlerin temel atıcılarından, risalet ilimlerinin taşıyıcıları ve gaasip İsraille savaş alanlarında gerçek cihadçılar olan büyük İslami bir grubu böyle adsız nişansız meçhul bir Yahudi tarafından kurulduğu iddialarıyla suçlamak doğrumudur?

MAKEYAVELESTİ DÜŞÜNCELER

Bu yazar soru cavap mahiyetinde açık olarak Ali'ye itirazda bulunuyor ve Muaviye'nin azledilmesinde niçin acele ettiğini eleştiri şeklinde sormaktadır.

Bu eleştiri aslında tek bir temele dayanmakta. Şöyleki İmamın, kendi kafasında bildiği bayağı hakim ve şahlar gibi olduğunu ve kendi şahsı çıkarlarını, ilahi vazifeye üstün tuttuğunu, hedefin vesileyi tevcih edebileceğini zannediyor. Bunun için böyle bir eleştiriyi soru şeklinde söz konusu etmekte.

İmam eğer Makyavesti bir fert olacak olsaydı aynen yazar gibi düşünmesi ve zalimleri sırf bir takım kendi şahsı menfaat ve çıkarları yüzünden halkın can ve malına musallat etmesi yerinde olurdu. Fakat o, öyle bir insandır ki "Muğayre bin Şu'be"ler gibilerinin nasihatçı cevabı karşısında şöyle buyurdu: Ve Ma Kuntu Muttahizel Muzilline Azuda.

Biz burada lafı fazla uzatmıyor ve bu kısa eleştirinin yazarın nasıl bir ruh'a sahip olduğu hususunda size yeterince tanım vermesini temenni ediyoruz.

-----------
- Eş-Şia Vet Teşeyyü, s. 144.
- Sıffın Vakiası, s, 58. Mısır baskısı.
-------------

İSLAMİ BİR KONGRENİN TEŞKİLİ:

İhtilaflı bir çok meselenin halli ve çözümlenmesi için, çeşitli düşüncelerin bilimsel ve mantıka uygun bir şekilde söz konusu edileceği bilimsel İslamı bir kongrenin düzenlenmesi çok yararlı ve etkili olacaktır. Şu anda Vahhabiyyet mensuplarıyla diğer İslami grupların mensupları arasında Tevhid ve Şirk hakkındaki meselelerle ilgili olarak bir takım anlaşmazlıklar, ihtilaflar mevcuttur.

Bu iki grubun birbirine yakınlaştırılması amacıyla ilmi bir seminarın hatta bir kongrenin düzenlenmesi yerinde olmaz mı? Çeşitli düşüncelerin birbiriyle çatışmasından bir şimşek çakması ve her zaman olmak üzere ufuğu aydınlatması ümüdüyle. Elbette böyle bir toplantı ciddi bir şekilde ele alınmalı ve aşağıdaki şartlara dikkat edilmelidir:

1- İlmi ve fikri temsilcileri sayılacak olan İslamı taifelerin düşünür ve alimlerinden de çağrı yapılmalıdır yalnız Hindistan, Pakistan ve Mısır gibi memleketlerde Suudların maaşlı kapı kullarından değil.

2- Bu toplantıda Ehl-i Sünnetin dört mezhebine mensup seçkin kişilerin yani sıra Imamiyye ve Zeydiye mezheplerinin ilmi ve fikri şahsiyetlerine de çağrı yapılmalı ve söz konusu kongre çok büyük İslami bir kongre olarak ele alınmalıdır.

3- Bu kongrede fertlerin kendi fikir ve düşüncelerini rahat bir şekilde savunabilmeleri için makul hürriyet ve özgürlüğe saygılı davranılmalı ve Suud beldesinde İslam ulemasına karşı yaygın olan ihanet ve iftiralardan kesinlikle kaçınılmalıdır.

4- Kongre toplantıları tarafsız bir grup tarafından idare edilmeli veya en azından kongreye katılanların hepsinden muteşekkil bir heyet toplantıların idaresini denetlemelidirler.

5- Ele alınacak olan meselelerin başlığı önceden toplantıya katılanlara bildirilmeli ve böylece dileyen her kes dilediği her konuda hazırlıklı olsun.

6- Bütün sohbetler en ufak bir değiştirme yapılmadan çoğaltılarak ilmi merkezlere gönderilmeli ve ilgilenenler, kongre sonuçlarından haberdar edilmelidir.

Bu durumda bir takım meseleler üzerine uyum sağlanacağına daha umutla bakılabilir.Kitabın Hedefi:Biz bu kitapta Vahhabilerin diğer İslami taifeler ile olan bütün anlamsızlık ve ihtilaf hususlarını söz konusu ederek kitap ve sünnet aracılığı ile İslam'ın görüş açısını açıkladık.

Daha önce de bu alanda iki kitap daha kaleme almış ve bunlardan her biri bu meseleleri başka bir açıdan değerlendirmiştir. Söz konusu iki kitap şunlardır:

1- Mefahim-ul Kur'an, (Kur'an'ın mefhumları, kavramları) İlk cilt ibadette Tevhid üzerinedir. Bu kitap aslında Kur'an açısından Tevhid ve şirk'le ilgili meselelere açıklık kazandırmaktadır.

2- Mukaddes RuhlaraTevessul: Bu kitap, Vahhabilerin her kesten daha ziyade bulandırıcılık ve yaygarada bulundukları mukaddes ruhlara tevessul meselesi çevresindedir.

Elinizdeki bu kitap ise, bu dalda kaleme aldığım üçüncü kitaptır. Bütün Vahhabilerden ve Vahhabi yazarlardan ve onların diğer yerlerdeki sempetizanlarından bizim bu sözlerimiz hakkında tutumları eğer menfiyse bu kitabı mantıklı bir şekiğlde eleştirmeye davet ediyorum.

Aksi taktirde Haremeyni Şerifeynde müslümanları serbest bıraksınlar ve Allah'ın emin beldesinde müslümanlara eziyet etmekten, müslümanlar arasında ikilik çıkarmak ve ihtilafı körüklemekten başka hiçbir sonuç vermeyen Vahhabiciliği propaganda etmekten kaçınmalı ve İslam toplumunu onların kendi düşünür ve alimlerine bırakmalıdırlar.

KUM-İMAM SADIK a.s MUESSESİ İslami İlimler Havzası Cafer Subhani 26- Şevval 1405

1-BÖLÜM

 

VAHHABİYYET EKOLÜNÜN KURUCUSUNUN HAYATI ÜZERİNE

Vahhabi ekolü, "Abdul Vahhab" oğlu Şeyh Muhammed'e ait olup Vahhabi adı da onun babası Abdul Vahhab'dan alınmıştır. Bazı bilginlerin açıklamalarına göre Vahhabilik inancını, Şeyh Muhammed'in kendisine nisbet vermeyişlerinin nedeni yani "Muhammediye" deyişlerinin nedeni bu mezhep mensuplarının, Hz. Resulü Ekrem Muhammed-i Mustafa (s.a.a)'in adını taşımamalarını ve bu nisbetten suistifade etmemelerini sağlamak amacına yönelikti.

Şeyh Huhammed Hicri-i Kameri 1115 yılında "Necd" şehirlerinden "Ayiyne" Şehrinde dünyaya geldi. Babası şehrin kadılığını yapmaktaydı. Daha çoçukluk döneminde tefsir, hadis ve akaid kitaplarını okumayı çok severdi.

Hanbeli alimlerinden olan babasının yanında Hanbeli fıkhını öğrendi. Daha gençlik yıllarında Necd halkının yapmış olduğu amellerin bir çoğunu küçümsemekte ve değersiz nitelemekteydi. Beytullahil Haremi ziyaret edip ilk defa Medine'ye gittikten sonra orada halkın, Resulullah efendimizin türbesi yani başında Allah peygamberine tevessul etmesini inkara kalkıştı. Daha sonra Necd'e geri döndü ve oradan da Nasra'ya gitti.

Ve Basra'dan da Şam'a gitmek umuduyla bir süre orada kaldı. Halkın yapmış olduğu amellerden bir çoğuna karşı çıkıyor, onları kabul etmediğini açıklıyordu. Bunun üzerine Basra şehri halkı tarafından şehirden dışarı çıkarıldı.

Basra Zubeyr şehirleri arasında aşırı sıcaklık, susuzluk ve fazla yol yürümekten dolayı büyük bir tehlike atlattı ama Zubeyr şehri halkından biri, onu dini alim elbisesinde gördüğü için yardımına koştu, yanındaki sudan içirdi ve kendi merkebine bindirerek Zubeyr şehrine götürdü. Zubeyr'den Şam şehrine gitmek istiyordu fakat yeterince harçlığı olmadığı için ister istemez yol değiştirerek oradan "Ihsa" şehrine gitti ve oradan da "Necd" şehrinden "Herimle" şehrine doğru yola koyuldu.

O tarihte Hicri-i Kameri 1139 yılına basmıştı ve babası "Abdul Vahhab" Ayiyne şehrinden "Harimle" şehrine aktarılmıştı. Şeyh Muhammed, babasının yardımcılarında biri oldu ve bir çok kitapları babasından öğrendi. Ve Necd halkının inançlarını inkara kalkıştı, bunun için kendisiyle babası arasında şiddetli sürtüşme ve ihtilaflar baş gösterdi ve bu durum birkaç yıl devam etti.

Nihayet babası "Abdul Vahhab" 1153 yılında vefat etti.
Babasının ölümünden sonra Şeyh Vahhab, kendi düşüncelerini beyan ve halkın inançlarını inkarda daha da şiddetlendi, öyleki bir süre sonra Herimle şehri halkından bir grup da onu destekledi ve ardından Şeyh Muhammed ünlü olmaya başladı.

Ardından Herimle şehrinden Ayiyne şehrine gitti. O sıralarda 'Ayeyne' şehrinin başkanı "Osman Bin Hamd" idi. Osman Şeyh Muhammed'e kucak açarak, onu ağırladı ve kendisine yardımda bulunmayı kararlaştırdı. Şeyh Muhammed ise karşılığında, bütün 'Necd' halkının 'Osman Bin Hamd'a itaat etmesini arzuladığını söyledi. Şeyh Muhammed'in davet edilmesi haberi ve savunduğu düşünceleri "Ihsa" valisine ulaşmıştı.

'Osman'a bir tenkit mektubu yazdı ve bunun üzerine 'Osman'da Şeyh Muhammed'i yanına çağırtarak, bundan böyle kendisinin destekleyemeyeceğini söyledi. Şeyh Muhammed, Osman'a kendisine yardım etmesi halinde bütün Necde sahipleneceğini bildirdi. Fakat Osman, onun bu sözlerini dinlemedi ve Şeyh Muhammed'i Ayeyne şehrinden kovdu.

Şeyh Muhammed, 1160 yılında "Ayeyne" şehrinden kovulduktan sonra, Necd'in meşhur şehirlerinden "Dir'aye" şehrine gitti. O sıralarda "Dir'aye" şehrinin emiri, Muhammed Bin Mas'ud (Suud hanedanının ceddi) idi. Şeyh Muhammed'in ziyaretine koşan Muhammed bin Mes'ud, ona izzet ve iyilik müjdesinde bulundu. Şeyh ise bütün 'Necd' şehirlerine galebe

-------------------

- Ferit Vecdi Ansiklopedisi, c, 10, s, 871.
- Necd Alusi'nin Tarihinin özeti, sayfa 111'den 113'e kadar.
---------------

çalacağı ve kontrol altına alacağı müjdesini ona verdi ve böylece Şeyh Muhammed ile "Alî Suud" arasındaki yakın ve samimi bağ kurulmuş oldu.
Şeyh Muhammed "Dir'aye" geldiği ve "Muhammed Bin Suud" ile anlaşmaya vardığı zaman bu bölge halkı büyük bir fakirlik içindeydi.

Alusi, 'İbn-i Beşer Necdi'den naklen şöyle yazıyor: Ben (İbn-i Beşer) ilk zamanlarda "Dir'aye" halkının acı bir fakirlik içinde olduklarına tanıktım fakat o şehri "Suud" döneminde gördüğüm zaman şehir halkı zenginleşmiş, silahları altınlara süslenmiş, asil atlara biniyor, çok değerli elbiseler giyiyor ve zenginliğin gereği olan her türlü imkandan yararlanmaktaydılar. Öyleki vasfolunmayacak bir merhaledeydi.

Günün birinde "Dir'aye" pazarında erkeklerin bir tarafta ve kadınların da diğer tarafta yer aldıklarını gördüm. Orada o kadar altın, gümüş, deve, koyun, at, çok kıymetli elbise, et, buğday ve diğer makulat o kadar fazlaydı ki dille beyan olunamayacak derecedeydi.

Göz alabildiğine Pazar uzuyordu. Satıcıların bağırışları, feryatları aynı bal arılarının vızıltısı gibi bir uğultu halinde birbirine karışmıştı. Biri sattım diye bağırıyordu, diğeri aldım diye.

Elbette sayın "İbn-i Beşer" bunca büyük bir servetin birden bire nereden oluştuğu hususunu açıklamamıştır. Ama tarihten açıkça anlaşılıyor ki bu serveti (sırf kendi inançlarını kabul etmedikleri için) Necd'in diğer şehirleri ve kabilelerindeki müslümanlara saldırarak, talancılık ve yağmacılık kanalıyla elde etmişlerdir.

Bu arada Şeyh Muhammed, Müslümanlardan zorla alınmış olan sözde savaş ganimetlerini kendi dilediği şekilde harcamaktaydı. Öyleki bazen ganimetlerin hepsini yalnız iki üç kişiye veriyordu. Ganimetler ilk etapta tümüyle Şeyh'e teslim ediliyordu hatta Necd emiri dahi ancak Şeyh Muhammed'in izniyle kendine bir pay alabilmekteydi.

----------------
- Osmanlı Yazarlardan Birisi "Bağdat Tarihi" kitabının s, 152' de naklediyor.
- İbn-i Beşer-i Necdi'nin Tarihi.
----------------
Şeyh Muhammedin hayatı dönemince en büyük zaaf noktalarından biri, kendi inancını paylaşmayan bütün müslümanları savaşılması farz olan kafir diye nitelendirmesiydi ve onların can ve namuslarına en ufak bir değer dahi bilmemekteydi.

Sözün kısası "Muhammed bin Abdul Vahhab" yaşam süresi içinde kendi benimsemiş olduğu ve kendi noksan kafasının bir ürünü olmaktan öteye gitmeyen Tevhide davet etmekteydi insanları. Onun bu iddiasını kabul edenlerin can ve malları onlar açısından emandaydı aksi taktirde savaşılması farz olan bir kafir ünvanıyla kanının akıtılması ve mallarının yağmalanması helaldı.

Vahhabilerin, Necd'de ve Yemen, Hicaz, Suriye çevresi ve Irak gibi Necd dışında yaptıkları savaşlar bu temele dayanıyordu. Savaşla, kaba kuvvet zoruyla kontrol altına alabildikleri her şehirde diledikleri her şeyi yapmayı kendilerine helal biliyorlardı, isterlersede orayı kendi özel mulkiyetleri alanına sokabilirlerdi, böyle bir arzuları olmasaydı yalnız elde etmiş oldukları ganimetlerle yetiniyorlardı.

Şeyh Muhammed'in inanç ve düşüncelerini kabul edenler ve onun çağrısına müsbet cevap verenlerin ona biat etmeleri gerekirdi, ona karşı mukabeleye kalkışanlar ise öldürülmeli, mallarına el konulmalı ve başkaları arasında paylaşılmalıydı. Böyle bir metod izleyerek mesela 'İhsa' şehrine bağlı olan 'Fusul' adında bir köyde 300 erkeği öldürdü ve bütün mallarını talan ettiler.

"Şeyh Muhammed Bin Abdul Vahhab" 1206 Hicri-i Kameri yılında vefat etti ve 'Şeyh Muhammed'den sonra onun mensupları bu yolu sürdürdüler. Örneğin 1216 Hicri-i Kameri yılında Vahhabi inancına sahip "Emir Suud" Yirmi bin kişilik bir savaş gücüyle Kerbela şehrine saldırdı. O sıralarda Kerbela, azamet, ün ve yüceliğin doruğundaydı ve sayısız İranlı Türk ve Arap ziyaretçilerle dolup taşmaktaydı. 'Suud' şehri muhasara altına aldıktan sonra nihayet şehre girmeyi başardı ve şehirde çok büyük bir katliam gerçekleştirdi.

--------------
- Yirminci Asırda Arap yarımadası, s, 341.
- Suudi Arabistan Memleketinin Tarihi, c, 1, s, 51.
- Şeyh'in doğum ve ölüm tarihi, s, 1115 - 1206 ve bu konuda ayrı görüşlerde vardır.
-----------------

"Vahhabi" ordusu öyle bir rezalet çıkardı ki açıklanması dahi insan'ın yüreğini sızlatmakta. Öyleki bu cinayette Kerbela şehri halkından beş bin (ve hatta bazı tarihçilerin belirttiklerine göre yirmi bin) kişiyi katliam ettiler. 'Emir Suud' savaş işlerini çözümledikten sonra İmam Hüseyin (a.s)'ın hareminin hazinelerine doğru yöneldi. Burada çok değerli eşyalar ve büyük çaplı bir zenginlik bulunmaktaydı. Ve bunların tümü emir Suud tarafından yağmalanarak hazinelerden çıkarıldı.

Kerbela bu olaydan sonra şairlerin kendisi için ağıtlar okuyacağı bir hale getirildi Vahhabiler 12 yılı aşkın bir süre içinde fırsat buldukça Kerbela, Necef şehirleriyle çevresine yönelik saldırılar düzenleniyor, halkın malını yağmalıyorlardı. Bu saldırıların ilki az öncede açıklandığı gibi 1216 yılında olmuştur. Bütün Şii yazarların ittifakla yazdıklarına göre bu saldırı "Kadir-i Hum" bayramında yapılmıştır.

Merhum Allame "Seyyid Muhammed Cevad Amili" çok değerli "Miftahil Kerame" adlı fıkıh kitabının yedinci cildinin sonunda şöyle yazıyor: Kitabın bu bölümü, 1225 yılı mübarek Ramazan ayının dokuzuncu gece yarısında tamamlandı.

Oysa yürekler kaygı içinde ve huzursuzdu, zira Vahhabi olan 'Anize' Arapları 'Necefi Eşref' ve Hüseyin (a.s) şehid edildiği yerin çevresini kuşatmış, yolları kapatmış ve kendi vatanlarına geri dönmekte olan İmam Hüseyin ziyaretçilerinin varını yokunu talan etmiş onlardan bir çoğunu (ekserisi İranlı ziyaretçileri). Katliam etmişlerdir. Bu defasında öldürülenlerin sayısının 150 kişi olduğu söylenmektedir. Elbette bundan daha az bir rakam söyleyenlerde olmuştur.

Yeni yorum ekle